SOL-ELLİ AMİNO ASİTLERİN SAĞ-ELLİ AMİNO ASİTLERDEN AYRIŞMALARI NEDEN ÖNEMLİ? Konuya girerken, öncelikle Bilim ve Teknik'in söz konusu haberinde anlatılan "sol-elli amino asitlerin sağ-ellilerden ayrılması" konusunun ne anlama geldiğini kısaca açıklamak gerekir. Amino asitler, canlı hücrelerinin en temel yapıtaşları sayılan organik moleküllerdir. Canlılarda 20 ayrı çeşit amino asit vardır. Bu farklı amino asit çeşitlerinin belirli bir sırayla dizilip birleşmesi sayesinde proteinler oluşur. Ama amino asitlerin bu dizilmesi, kendiliğinden, yani kimyasal reaksiyonlarla veya fiziksel etkilerle olmaz. Hücrede, amino asitleri toplayan, biraraya getiren ve daha önceden belirli olan bir şifreye (DNA şifresine) göre art arda ekleyen çok kompleks mekanizmalar vardır. Proteinler ancak "protein sentezi" olarak bilinen bu kompleks işlemler sayesinde oluşur.
Proteinlerin rastlantısal olarak oluşma olasılığını "sıfır" kılan temel neden, 20 farklı çeşitte amino asitin doğru bir sıralama ile dizilmesinin imkansız oluşudur. İkinci faktör, bu amino asitler arasındaki kimyasal bağ tipinin mutlaka "peptid bağı" olması zorunluluğudur. (Çünkü amino asitler başka bağlarla da birleşebilirler, ama protein için sadece peptid bağı gerekir.) Üçüncü faktör ise, söz konusu amino asitlerin sadece sol elli olması zorunluluğudur. "Sol-elli amino asit" ifadesi, amino asitlerin üç boyutlu kimyasal yapısıyla ilgilidir. Kimyasal olarak aynı amino asitin hem sağ-elli hem de sol-elli olmak üzere iki farklı türü vardır. Bunların aralarındaki fark, üç boyutlu yapılarının birbiriyle zıt yönlü olmasından kaynaklanır. Aynen insanın, sağ ve sol elleri arasındaki farklılık gibi... Her iki gruptan amino asitler de birbirleriyle rahatlıkla bağlanabilir. Ancak basit organizmadan en mükemmeline kadar bütün canlılardaki proteinler, sadece sol-elli amino asitlerden oluşmaktadır. Proteinin yapısına katılacak tek bir sağ-elli amino asit bile o proteini işe yaramaz hale getirmektedir. Bir an için evrim teorisinin iddia ettiği gibi canlılığın tesadüflerle oluştuğunu varsayalım. Bu durumda, yine tesadüflerle oluşmuş olması gereken amino asitlerden doğada sağ ve sol-elli olmak üzere eşit miktarlarda bulunacaktı. Dolayısıyla, tüm canlıların bünyelerinde sağ ve sol elli amino asitlerden karışık miktarlarda bulunması gerekirdi. Bu karışık ortamda, proteinlerin nasıl olup da bunların içinden yalnızca sol-ellilerini ayıkladıkları sorusu, evrim teorisinin bu konudaki açmazlarından birini oluşturur. İşte Bilim ve Teknik dergisinde konu edilen haber de bu açmazla ilgilidir. Bilim ve Teknik dergisi, bu sorunu evrimciler açısından basitleştirecek bir açıklama öne sürdüğü zannındadır. Oysa gerçekler hiç de öyle değildir. SÖZ KONUSU DENEY NEDİR? Bilim ve Teknik dergisinin söz konusu iddiası, sol-elli amino asitler hakkında yapılan bir deneyden yola çıkmaktadır. Oysa aktarılan haberin asıl kaynağına inildiğinde, gerçeklerin evrimcilerin arzu ettiği sonuçlara paralel olmadığı anlaşılmaktadır. Bilim ve Teknik dergisinin "Yaşamın Olası İlk Adımı Belirlendi" başlığını taşıyan haberinde, kalsit kristallerinin, birbirinin aynadaki ikizi olan sağ ve sol-elli amino asitleri birbirinden ayırdığı anlatılmakta, bunun yaşamın 4 milyar yıl önce kendiliğinden ortaya çıkmasında ilk adımı oluşturduğu ileri sürülmektedir. Söz konusu deneyde bir amino asit olan aspartik-asit solüsyonu kullanılmıştır. Bu solüsyon içine CaCO3 (kalsit) kristalleri batırılmış, günlerce beklendikten sonra sağ ve sol elli aspartik-asit moleküllerinin, kristallerin farklı yüzeylerinde yoğunlaştığı saptanmıştır. Bilim ve Teknik'in haberinde deneyin yalnızca özeti aktarılmakta ve detayına yer verilmemektedir. Ancak ayrıntılar böyle bir konunun temelini oluşturur. Bu nedenle, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin 8 Mayıs tarihli yayın organında yer verilen çalışmanın ayrıntılarına inmek gerekmektedir.135 AYRIŞMA YALNIZCA BİR AMİNO ASİT İÇİN GEÇERLİDİR Bilim ve Teknik'in haberinde yalnızca evrimcilerin duymayı istedikleri sonuçlara yer verilmiştir. Oysa sözünü ettiğimiz orijinal yayında evrimi desteklemeyen veriler de bulunmaktadır. Aynı çalışma dahilinde yer verilen Valin ve Lizin ile yapılan denemeler, Aspartik-asit dışındaki amino asitlerin hiçbir şekilde kristal yüzey üzerinde birikmediğini göstermiştir. Yani sol ve sağ-elli amino asitlerin birbirinden ayrılması durumu, sadece tek bir amino asit çeşidi için geçerlidir. Yaşam için 20 ayrı çeşitte amino asit gerekirken, tek bir amino asitin bir taş yüzeyinde birikmesinin hayatın kökeni için bir anlam taşımayacağı çok açıktır. BİRİKEN AMİNO ASİT SAF SOL-ELLİ DEĞİLDİR Ayrıca çalışmanın sonuç bölümü incelendiğinde, biriken aminoasitlerin istisnasız saf sol-elli amino asitlerden oluşmadığı görülmektedir. Yüzde oranlarıyla verilen sağ ve sol-elli amino asit oranları, deneyin esas anlamda başarısızlığını sergilemektedir. %1'e varan oranlarda sağ elli amino asitlere de rastlanması sebebiyle ortamda saflıktan bahsedilemez. Evrimci biyologlar da çok iyi bilirler ki, proteinlerin oluşumundan söz edebilmek, sadece sol-elli amino asitlerin varlığı ile mümkündür. Herhangi bir proteinin yapısında bir tane bile sağ-elli amino asitin yer alması, o proteinin hiçbir işe yaramaması demektir. PROTEİNLERİN OLUŞMASI İÇİN PROTEİNLERE DNA'YA İHİYAÇ VARDIR
Her protein, belli bir amino asit dizilimi ile çalışır hale gelir ki, bu da DNA'da emredilen hassas üretim sırası izlendiğinde ortaya çıkar. Amino asit sıralamasındaki en ufak bir yer değişme, o proteini yine işe yaramaz kılacaktır. Bu gerçek, proteinlerin oluşabilmesi için öncelikle genetik bilginin var olması şartını ortaya koyar. Yani hem proteinleri oluşturacak malzeme, hem bu malzemeyi tanımlayacak genetik bilgi, hem de bu bilgiyi işleyecek aktif proteinler aynı anda gereklidir. Bu kadar çok şartın rastlantılarla açıklanması imkansızdır ve bu da evrim teorisinin hayatın kökeni konusundaki iddiasını tamamen geçersiz kılan bir gerçektir.. PROTEİNLERİN TESADÜFEN OLUŞMASI MATEMATİKSEL OLARAK İMKANSIZDIR Evrimcilerin ileri sürdükleri tesadüf mantığını matematiksel olarak ele aldığımızda sayıların evrimin iddiasını çürüttüğünü görürüz. 100 amino asitten oluşan bir proteinin tesadüfen yalnızca sol-elli amino asitlerden oluştuğunu, üstelik aralarında her nasılsa peptid bağları da oluştuğunu farz etsek bile, hesaplar fonksiyonel bir proteinin oluşumunun tesadüfen imkansız olduğunu göstermektedir. Proteinler anlamlı bir cümleyi oluşturan harflerin belli bir sırada sıralandığı gibi, çok hassas bir sıra ile zincir oluşturmak zorundadırlar. Öyle ki, tek bir amino asitin yerinin kayması proteinin fonksiyonunu yitirmesi ile sonuçlanmaktadır. Zinciri oluşturan bir noktada, 20 işe yarar amino asit çeşidinden herhangi birinin bulunma ihtimali 20'de 1 ihtimaldir. (Aslında doğada proteinlerin yapısında anlam taşımayan yararsız amino asitlerin varlığı göz önüne alındığında, bu ihtimal çok daha düşüktür.) Protein zincirindeki her noktanın belirli bir amino asite ihtiyaç duyduğu şartını düşündüğümüzde, 100 amino asitten oluşan özel bir proteinin tesadüfen elde edilmesi ihtimali 20100 yani 10130'da 1 ihtimaldir. Bu astronomik rakam hakkında bir fikir vermek için, Samanyolu galaksisindeki atomların toplam sayısının bu sayıdan çok daha küçük olduğunu, yaklaşık 1065 olarak hesaplandığını da belirtelim. Bu sonuçlar ışığında Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael Behe, 100 amino asit uzunluğundaki bir proteinin tesadüfen doğru sıralamaya sahip olması ihtimalinin, gözü bağlı bir adamın Sahra çölünde işaretlenmiş bir kum tanesini 3 defa arka arkaya bulması ihtimaline denk olduğunu söylemektedir. Bu hesapların tümü, yaşamı mümkün kılan hassas ayrıntıların kaynağının, tesadüfle açıklanamayacağı gerçeğini ortaya koymaktadır. Hesaplarımızı birden fazla sayıda ve çeşitte proteinin oluşmasını açıklamak üzere uzatmaya kalkarsak, rakamlar tamamen tesadüfün imkansızlığını ortaya koyar. Görüldüğü gibi, Bilim ve Teknik dergisinde sözü edilen şekilde sol-elli amino asitler tesadüfen biraraya gelseler bile, proteinlerin kendilerine özgü, çok hassas dizilimleri sağlanmadıkça amino asitlerin varlığının bir anlamı olmayacaktır. SONUÇ 1953 yılında Stanley Miller'ın yaptığı ünlü ilkel çorba deneyinin devamı olarak sunulan ve Bilim ve Teknik dergisinde aktarılan gözlem, evrim teorisine lehine hiçbir şey ortaya koyamamıştır. Yaşamın oluşabilmesi, organik moleküllerin doğru şekilde birbirlerine eklenmelerini, uyum içinde çalışmalarını sağlayacak çok kompleks bir bilginin varlığına bağlıdır. Yaşamın kökenindeki bu bilgi, yaşamın bir rastlantı ürünü değil, kusursuz bir yaratılışın ürünü olduğunu da göstermektedir. Canlılık için varlığı şart amino asitlerin nasıl olup da seçilebildiğini tesadüflerle açıklamaya çalışan evrimciler ise, tek bir amino asit açısından bile başarısız olan bir gözlemi tezlerine dayanak alabilmişlerdir. Bu yaklaşım, ancak evrimcilerin gün geçtikçe içine düştükleri çaresizliği sergilemesi açısından önemlidir. ilim ve Ütopya dergisinin Temmuz 2001 sayısında, Doç. Dr. Haluk Ertan'ın "Büyük Doğa Bilgini Darwin, 'Ceviz Kabuğu'na Sığar mı?" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Ertan, yazısında Mayıs-Haziran ayları içinde bazı televizyon kanallarında yer alan evrim teorisi konulu tartışmaları ve tartışmalarda söz alan kimseleri eleştiriyordu. Ertan'ın bu konudaki yorumları kendi görüşleridir ve burada bunları tartışmayacağız. Ancak ortaya konması gereken nokta, evrimi bilimsel bir gerçek olarak gören Sayın Ertan'ın bilimsel yanılgılarıdır. Yazının büyük bölümü , "evrim karşıtlarına" yönelik uzun eleştiriler, Darwin hakkında uzun övgüler ve popülasyon genetiği hakkındaki bazı biyolojik bilgilerden oluşmaktadır. Kuşkusuz bunların hiçbiri evrim teorisi adına ileri sürülmüş bir delil değildir. "Evrim teorisine delil" iddiası ise, yazının sonlarında ortaya çıkmaktadır : Eğer bir canlı topluluğun bireylerinde genetik çeşitlilik oluşup, bu çeşitlilikteki kimi genler (buna bağlı olarak özellikler), topluluk içinde yaygın hale gelebiliyorsa evrim gerçekleşmiş demektir. Zaten bunun sonucunda genetik yapıdaki değişimin boyutuna bağlı olarak, ya yeni bir tür ya yeni bir cins ya da daha büyük bir sistematik kategori oluşacaktır. Ama bütün bunların başındaki temel zorunluluk, genetik yapı değişikliğidir. Evrim olmadığını söyleyenlerin geçiş formu (ne demekse?) aramak yerine, öncelikle genetik değişiklik olmadığını ispatlamaları gerekir. (Parantez içindeki ifadeler, alıntının orjinalinde mevcuttur.)Yazıda yer alan bu paragrafta iki büyük yanılgı ortaya çıkmaktadır: 1) İlk yanılgı, "geçiş formları yokluğu"nu önemsiz göstermeye çalışmaktır. Hatta "geçiş formu" kavramının yanına eklenen "ne demekse" ifadesiyle, bu kavramın sanki evrime karşı çıkanlar tarafından öne sürülen, kaynağı belirsiz bir kavram olduğu mesajı verilmektedir. Oysa "geçiş formu"nun ne olduğunu görmek için, Darwin'in, Türlerin Kökeni adlı temel kitabı okunabilir. Bu kitapta "geçiş formu" kavramı (transitional form, transitional variety veya transitional state şeklinde) onlarca kez geçmekte ve Darwin bunların yokluğunun teorisi için çok ciddi bir sorun olduğunu kabul etmektedir. Darwin bu hayali formların ileride yapılacak detaylı araştırmalarla bulunacağı temennisi ile konuyu geçiştirmiştir, oysa aradan geçen 140 yıl, bu umutları boşa çıkarmıştır. 2) Yazıda yer alan ikinci ve daha kritik yanılgı ise, genetik varyasyonu, tüm canlıların kökenini tek bir ortak ataya bağlamaya çalışan evrim teorisi lehinde bir kanıt sanmasıdır. Oysa genetik varyasyon, "yeni bir tür yeni bir cins ya da daha büyük bir sistematik kategori" (yani aile, takım, sınıf veya filum) oluşturmaz.
Varyasyon evrime delil oluşturmaz, çünkü varyasyon, zaten var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerinin ortaya çıkmasından ibarettir ve genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz. Evrim teorisi için önemli olan ise, yepyeni bir türü tanımlayacak yepyeni bir bilginin nasıl ortaya çıkabileceği sorusudur. Varyasyonun evrime bir delil oluşturmadığı, aslında evrimciler tarafından da kabul edilir. Bu nedenle evrimciler, bir türün kendi içindeki varyasyonlarını "mikroevrim" olarak tanımlarlar. Mikroevrim, zaten var olan bir türün içindeki çeşitlenmeler anlamında kullanılmaktadır. Oysa cevaplanması istenen sorular şunlardır: Bu tür ilk başta nasıl oluşmuştur? Türlerin daha üst kategorileri olan sınıflar, takımlar, aileler, şubeler (örneğin memeliler, kuşlar, omurgalılar, yumuşakçalar gibi temel kategoriler) ilk başta nasıl meydana gelmiştir? Evrimcilerin asıl açıklamaları gereken konu budur. Evrimciler bu ikinci konuya da "makroevrim" derler. Aslında evrim teorisi derken kastedilen ve tartışılan kavram da makroevrimdir. Çünkü "mikroevrim" olarak isimlendirilen genetik çeşitlenmeler, gözlemlenen ve herkes tarafından kabul edilen biyolojik bir olgudur. Ancak bu evrim teorisinin öne sürdüğü "türün bir başka türe değişimi"ni gösteren bir değişim değildir. Daha önce de belirtildiği gibi, sadece bir türün içindeki çeşitlenmeleri gösterir. Makroevrim iddiasının ise ne gözlemsel biyoloji ne de fosil kayıtları açısından hiçbir kanıtı bulunmamaktadır. (Aslında bu tanımda "evrim" ifadesinin geçirilmesi bütünüyle maksatlı olarak yapılmış bir tercihtir. Çünkü "mikro" düzeyde bile olsa ortada evrim gibi bir süreç yoktur. Durum, o türün gen havuzunda var olan genetik bilginin farklı bireylerdeki dağılımından, değişik kombinasyonlarından ibarettir.) İşte burada çok önemli bir "püf nokta" bulunmaktadır. Konu hakkında yeterli bilgisi olmayanlar, "mikroevrim kısa bir zaman dilimi içinde gerçekleştiğine göre, on milyonlarca yıl içinde de makroevrim gerçekleşir" gibi bir yanılgıya kapılırlar. Bazı evrimciler de aynı yanılgıya düşer veya bu yanılgıyı kullanarak insanları evrim teorisine inandırmaya çalışırlar. Doç. Dr. Haluk Ertan'ın yukarıda aktardığımız alıntısı, bu yanılgının çok açık bir ifadesidir. Oysa bu düşüncenin geçersizliği, yani varyasyonun bir "makro evrim mekanizması" olamayacağı, 80'li yıllardan bu yana bilim dünyasında bilinmekte ve kabul edilmektedir. Evrimci biyologlar, Gilbert, Opitz ve Raff, Developmental Biology dergisinde yayınlanan 1996 tarihli bir makalelerinde bu konuyu şöyle açıklarlar: Modern sentez (neo-Darwinist teori) önemli bir başarıdır. Ancak, 1970'lerden başlayarak, çok sayıda biyolog bunun açıklayıcı gücünü sorgulamaya başlamıştır. Genetik bilimi, mikroevrimi açıklamak için yeterli bir araç olabilir, ama genetik bilgi üzerindeki mikroevrimsel değişiklikler, bir sürüngeni bir memeliye çevirebilecek ya da bir balığı amfibiyene dönüştürecek türden değildir.Mikroevrim, sadece uygunların hayatta kalması kavramına yardımcı olabilir, uygunların oluşumunu açıklayamaz. Goodwin'in 1995'te belirttiği gibi, "türlerin kökeni, yani Darwin'in problemi, çözümsüz kalmaya devam etmektedir."136 Evrimci biyologlar Fagerstrom, Schuster ve Szathmary de yine 1996 yılında Science dergisinde yayınlanan bir makalede aynı gerçeği şöyle belirtirler: Evrimdeki büyük geçişler—örneğin, bir kaçını belirmek gerekirse, yaşamın kökeni, ökaryot hücrelerin ortaya çıkışı, insanın konuşma kapasitesinin kökeni gibi geçişler—birer "dengeden uzaklaşma" hali olamazlar. Bunlar,mikroevrimin kurulu modelleri tarafından da tatmin edici şekilde tarif edilemezler.137Ne yazık ki ülkemizdeki evrimci biyologların çoğu bu gerçekten habersizdirler. Hala 1950'lerde, 60'larda okudukları evrimci biyoloji kitaplarının öğretileriyle düşünmekte ve bir türün farklı varyasyonlarının oluşmasını "evrim teorisinin tartışmasız" kanıtı zannetmektedirler. abah gazetesinin 17 Temmuz 2001 tarihli sayısında "Maymun Adam Gerçekten Varmış" başlıklı bir haber yayınlandı. 18 Temmuz 2001 tarihli Akşam gazetesinde ise Yalçın Pekşen köşesinde "Evrim Süreci Bitiyor mu?" başlıklı yazısında aynı haberden söz etti. Time dergisinin 23 Temmuz 2001 sayısında yer alan bir haber kaynak alınarak hazırlanan bu evrim taraftarı yazılar, aslında ünlü bilim dergisi Nature’ın 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında yer alan bir araştırmanın sonuçlarına dayanıyordu. Ne var ki, araştırmanın kamuoyuna aktarılması sırasında Time dergisinin içine düştüğü hatalar, Sabah gazetesi ve Sayın Yalçın Pekşen tarafından da tekrarlanmıştı.
BULUNAN SON FOSİL HAKKINDA BİRÇOK ÇELİŞKİ SÖZ KONUSUDUR Her ne kadar evrimci basında bu yeni fosil insan ile şempanzeler arasındaki zincirin bir halkası olarak tanıtılsa da, araştırmanın sonuçlarının yayınlandığı Nature dergisinin kıdemli editörü Henry Gee tarafından derginin 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında yazılan"Return to the Planet of Apes" başlıklı makalede, bu kalıntılardan yola çıkarak böyle bir tanımlamanın tartışmalı olacağı belirtilmiştir: A. r. Kadabba’nın bir alt tür olarak tanımlanması ihtilaflı olacaktır...Henry Gee'nin eleştirisinde böyle yeni bir alt-türün tanımlanmasının yanlış olacağı özellikle belirtilmektedir. Buna rağmen, tamamen evrimci ön yargılara dayalı olarak, fosil "ilkel" insan türü diye yorumlanmış ve evrim soyağacında boş kaldığı düşünülen bir yere yerleşmesi daha uygun görülmüştür. Henry Gee'nin eleştirisinde, söz konusu evrimci yorumların neden gerçekleri yansıtmadığı da açıklanmıştır. Gee, bu kemiklere bakıldığında, bu canlıların yaşam stilleri ve davranışları hakkında pek çok ihtimalden bahsedilebileceğini, ancak bunların hiç bir şekilde bilim açısından tatmin edici izahlar olamayacağını da şöyle belirtmektedir; Öne sürülecek bu ihtimallerin tatmin edici olup olamayacağı ise başlı başına bir sorundur.Kısacası dile getirilen bu gerçekler, şempanze ile insan arasındaki sözde evrim ilişkisinin dayanaksız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Şimdi bu fosille ilgili evrimci bilim adamlarının sergiledikleri çelişkileri sırasıyla inceleyelim. 1. Bulunan kemikler birbirinden kilometrelerce uzakta ve farklı tarihlerde bulunmuştur
2. Fosilin diş yapısı hayali insanın evrimi ağacı açısından çelişkiler içermektedir:
Antropoloji profesörü ve Arizona State Universitesi'nde İnsan Kökenleri Enstitüsü direktörü olan Donald Johanson, bu konuda yapılan önyargılı sınıflandırmayı şöyle ifade etmektedir: 5.5 milyon yıllık fosilleri 4.4 milyon yıllıklarla aynı türlerin üyeleri olarak yanyana koyduğunuzda, bunların bir ağaç üzerindeki ince dallar olabileceklerini dikkate almazsınız. Herşey düz bir çizgide olmaya zorlanmıştır. 3. Bu canlı soyu tükenmiş bir şempanze türüdür Bazı evrimciler Ardipithecus'un insanlar ve şempanzeler arasındaki zincirin bir halkası olduğunu kabul etmektedirler. Ancak Henry Gee bu fosilin insandan çok şempanzeye benzediğini belirtmektedir. Science dergisinin 13 temmuz 2001 tarihli sayısında söz konusu fosille ilgili yayınlanan yazıda ise George Washington Üniversitesi'nden Bernard Wood'un şu yorumuna yer verilmektedir: Science dergisinin 13 temmuz 2001 tarihli sayısında söz konusu fosille ilgili yayınlanan yazıda ise George Washington Üniversitesi'nden Bernard Wood'un şu yorumuna yer verilmektedir: Bu bulguyu insan veya şempanze atası kategorilerinden birine sıkıştırma zorunluluğu hissetmek bir hatadır.Time dergisinde ise Wood'un şu sözlerine yer verilmektedir: Bu bir hominid ata ya da şempanze ata olarak sınıflandırılması mümkün olmayan bir yaratığın ilk örneğidir. Fakat bu onu her ikisinin de ortak atası yapmaz. Sanırım kuyruğu bu eşeğin üzerine tutturmak çok zor olacak.
Sonuç olarak, sözkonusu Ardipithecus ramidus Kadabba fosili de Nature dergisinde de belirtildiği gibi şempanzeye benzemektedir ve insanın kökeni ile hiçbir ilgisi yoktur. NATURE DERGİSİNDEN VE EVRİMCİLERDEN İNSAN KÖKENİ KONUSUNDA İTİRAFLAR 1. Moleküler kanıtlar, evrim şemalarını geçersiz kılıyor Etiyopya'da bulunan A. r. Kadabba gibi bir kaç kemik veya diş fosilinin, bir canlının nasıl yaşadığı hakkında bilgi veremeyeceğini, antropologlar bilimsel yayınlarla gözler önüne sermektedirler. Yine Gee'nin makalesine göre, Londra Üniversitesi'nden Mark Collard ve George Washington Üniversitesi'nden Bernard Wood adlı antropologlar, bu zamana kadar temel kriter kabul edilen diş ve iskelet kalıntılarının, "hominid fosillerinin evrim sistematiğinde temel alınmaması" gerektiğini savunmaktadırlar. Bu tespitlerini Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin yayın organında 25 Nisan 2000 tarihli makalelerinde bildirmişlerdir139Nature dergisinde de bu yayın referans alınarak, kemik ve dişlerin karşılaştırılmasına dayalı evrim şemalarının yanlış olduğu şöyle belirtilmektedir: Diş ve iskelet kalıntıları evrimsel geçmişi çizmede güvenilmezdirler. Bu kalıntılardan yola çıkılarak yapılan soy ağaçları moleküler araştırma sonuçlarına ters düşmektedir.Moleküler incelemelere dayalı yorumların bu dış benzerliklerle zıt sonuçlar vermesi evrimcileri telaşlandırmış görünmektedir. Bu durum “paleontolojiye hakim olan belirsizlik " diye yorumlanarak, insanın evriminin "her zaman olduğu gibi bir sır " olarak kaldığı aktarılmaktadır. Henry Gee tarafından evrim teorisinin içinde bulunduğu durum son olarak şu sözlerle ifade edilmektedir: İnsanın evrimi her zaman olduğu gibi yine sır olarak kalacağa benziyor... Evrimsel bağlantılar karanlıkta kalmakta.Evrim savunucularını köşeye sıkıştıran nokta, şimdiye kadar fosiller üzerinde yaptıkları taraflı yorumların ve kurdukları hayali evrim ilişkilerinin, yeni ortaya çıkan moleküler verilere uymamasıdır. Birbirine yakın akraba olarak gösterdikleri türler arasında büyük moleküler farklılıklar çıkmakta, bu da 150 yıldır biyolojinin temel gerçekleri gibi gösterilen evrim şemalarını çürütmektedir. Bir kez daha, bilimsel bir buluş evrim teorisini yalanlamaktadır. 2. Şempanze insan arası fosil yok İnsanın kökeni hakkındaki evrimci senaryo bir çok açıdan tutarsızdır. Bir yanda insanla şempanze arasında geçiş olduğu iddia edilirken, diğer yanda şempanzenin evrimini kanıtlayacak tek bir fosil bile bulunmamaktadır. İnsana ait fosillerin hayali evrimsel geçmişini ortaya koyamadığını "insanın fosil kayıtları parça parça " diyerek kabul eden Nature dergisindeki Henry Gee imzalı makalede, şempanzenin fosil kayıtlarının ise "tamamen eksik " olduğu ifade edilmektedir:
İnsanın evrimine ait fosil kalıntıları parça parça ve çeşitli yorumlara açık. Şempanze evrimine ait fosil kanıtlar ise tamamen eksik.Aynı makalede, evrimciler tarafından insanın ataları olduğu iddia edilen hominid (insansı) fosillerinin, ilkelden gelişmişe doğru bir sırayı takip etmediği de itiraf edilmekte, aksine kayıtlarda bu fosillerin bir anda ortaya çıktığı belirtilmektedir. Makalede, evrim teorisinin 150 yıldır umulan kanıtı olan "ara formların" var olmadığı, farklı türlerin hep aniden ortaya çıktığı şöyle bir benzetmeyle açıklanmaktadır: Hominid fosillerinin keşfi, yolcu otobüslerine benziyor. Bir süre için hiç biri yokken, aynı anda 3 tanesi birden ortaya çıkıveriyorHenry Gee, yapılan tüm paleontolojik kazılara rağmen, şempanze ve insan bağlantısını gösterecek hiç bir fosil bulunmadığını yine aynı yazıda şöyle itiraf etmektedir: Hominid fosillerinin çok nadir olduğu konusu çok ünlü bir gerçektir, şempanze bağlantısı ise nedense hiç bir fosil kaydına sahip değildir.Görüldüğü gibi evrim teorisi hiç bir kanıt olmadan savunulmaktadır. Bilim dünyasında evrimci iddiaları hep öne çıkarıp desteklemiş olan Nature gibi "otorite" bir derginin, bu gerçeği kabul eden itiraflara yer vermesi ise, evrim teorisinin çöküşünü sergilemesi açısından belge niteliği taşımaktadır. Nature, şempanze ile insan arasında bir soyağacından bahsetmenin imkansız olduğunu sebepleri ile anlatırken, bu konudaki bilimsel gerçekleri de ilk defa zorunlu olarak kabul etmiştir. HER EVRİMCİ KENDİ KEŞFİNİN "İNSAN ATASI" OLDUĞU İDDİASI İLE ORTAYA ÇIKIYOR
Orrorin (Milenyum Adamı) ve Ardipithecus'u bulan iki araştırma ekibi de bir diğerinin bulduğu fosil için insanın en eski atası olamayacağını, sadece kuyruksuz maymunların atası olabileceğini öne sürüyor. Hangisinin haklı olduğunu söylemek zor.140
Time dergisinde ise iki ayrı fosilin kaşifleri olan iki ayrı evrimci grup arasındaki tartışma için şu yoruma yer verilmektedir: Aslında geçen Aralık'ta 6 milyon yıllık fosili sunan Fransız ve Kenyalı ekip, Orrorin tugenensis olarak (ya da daha tanıdık olarak 2000'de duyurulduğu için Milenyum Adamı olarak) bilinen fosilin insanın gerçek atası olduğu ve Ardipithecus'un bir maymunun amcasından ya da şempanzenin büyük büyük babasından başka birşey olmadığı konusunda ısrar ediyorlar.Ünlü evrimci Richard Leakey ise yeni bulunan fosil için şu yorumu yapmaktadır:
Eğer onların yazılarını okursanız, neredeyse dişlerle ilgili söyledikleri herşey onun daha çok maymun benzeri olduğunu gösterir.Londra University College'dan evrimci paleontolog Fred Spoor ise "Ne bu fosil ne de Orrorin hakkındaki açıklamalar hatasız değildir"demektedir/142 Fosiller hakkında her evrimcinin farklı yorumlarda bulunması, bilimsel kriterlerden çok kişisel görüşlerin bu konuda hakim olduğunun bir göstergesidir. Bu durum, evrim teorisi hakkında öne sürülen iddiaların ne kadar güvenilmez olduğunu göstermesi açısından önemlidir. SONUÇ Görüldüğü gibi Türk basınında "evrimin açık kanıtı" gibi gösterilen A. r. Kaddaba fosili hakkında bilim adamlarının yorumları ve açıklamaları, bu fosilleri "insanın atası", "insanın evrimindeki kayıp halka" gibi sloganlarla kamuoyuna duyurmanın bilimsel ve güvenilir olmayacağını göstermektedir. Ancak, Sabah gazetesindeki tam sayfa haberi görenler, eğer orijinal kaynaklara ulaşma imkanına sahip değillerse ve evrim teorisi hakkında yüzeysel bir bilgiye sahiplerse, gerçekten de insanların "maymun atalarının" bulunduğunu sanacaklardır. Dolayısıyla, Time dergisinin, onun yorumlarını aktaran Sabah gazetesinin ve Akşam gazetesi yazarı Sayın Pekşen'in büyük bir yanılgı içinde oldukları ortadadır. Eğer bilimsel veriler tarafsız bir gözle iyice araştırılıp değerlendirilmiş olsaydı, evrimci iddiaların tutarsız ve dayanaksız olduğu açıkça fark edilecekti. Ancak her iki yayın organı da, evrim teorisini bilimsel bir gerçek zannettikleri için, kamuoyu önünde böyle can alıcı bir hataya düşmüş, evrim teorisi için sorun teşkil eden bir fosili, evrimin delili gibi sunmuşlardır. 0 Temmuz 2001 tarihli Science dergisinde, erken Kambriyen dönemden kalan bir deniz kabuklusunun çok iyi korunmuş fosilinin bulunduğu duyuruldu. Yaklaşık 545 milyon yıl öncesine ait Kambriyen katmanlarında bulunan bu fosil, evrimcileri yine içinden çıkamayacakları bir tartışmanın içine çekti. Çünkü, Kambriyen dönem, hayvan filumlarının (yumuşakçalar, eklembacaklılar, kordalılar, solucanlar gibi en temel hayvan kategorilerinin) tamamına yakınının aniden, hiçbir evrimsel ataya sahip olmadan ortaya çıktıkları bir dönemdir. Bu dönemde, 100 ayrı canlı filumunun bir kaçı hariç tamamının aniden ortaya çıkması ve bu canlıların son derece kompleks yapılara sahip olmaları evim teorisinin iddialarına öldürücü bir darbedir. Nitekim, son bulunan kabuklu da yiyeceğini ağzına götürmek için kullandığı organları, antenleri ve kabuğu ile oldukça kompleks özelliklere sahiptir. Böyle bir canlının, geçmişte bir atası olmadan ortaya çıkması ise, evrimcileri bu canlıların nasıl bir anda ortaya çıktıkları konusunda bir açıklama yapmaya zorlamaktadır. Ancak, evrimcilerden bir açıklamadan çok kendi içlerindeki tartışma ve çelişkilerini ortaya koyan yorumlar gelmektedir. Nitekim,Science dergisinin 20 Temmuz 2001 tarihli sayısında yer alan, Oxford Üniversitesi Zooloji Departmanından ve aynı zamanda Londra Doğa Tarihi Müzesi Paleontoloji Bölümünden Richard Fortey imzalı "Cambrian Explosion Exploded?" (Kambriyen Patlaması Patladı mı?) başlıklı yazıda bu çelişkili açıklamalara yer verilmektedir. Yeni bulunan fosilin evrim teorisini neden bu kadar zor durumda bıraktığını daha iyi anlamak için Kambriyen dönemi ve bu dönemle ilgili evrim teorisinin karşı karşıya kaldığı büyük çıkmaz hakkında kısaca bilgi vermekte yarar var. KAMBRİYEN PATLAMASI NEDİR? 545 milyon yıl kadar önce, Kambriyen döneminin başlangıcı, bugün hala birçoğu mevcut olan hayvan filumlarının tamamına yakınının aniden belirmesine şahit oldu. Kambriyen öncesi devirde ise, sadece tek hücreli organizmalara ve bir kaç basit çok hücreliye ait fosillere rastlanmıştır. Bu nedenle, Kambriyen devrinde ortaya çıkan canlı türlerinin evrimsel ataları olduğu iddia edilebilecek hiçbir canlıya ait fosil kaydı bulunmamaktadır. Paleontologlar James Valentine, Stanley Awramik, Philip Signor ve Peter Sadler'e göre: Fosil kaydındaki en harikulade olay, Kambriyen döneminin başlangıcında şu anda yaşamakta olan ve soyu tükenmiş bir çok hayvan filumunun aniden ortaya çıkışı ve çeşitlenmesidir.143Hayvan fosillerinin Kambriyen devrinde aniden ortaya çıkışı Darwin tarafından da biliniyordu. O devrin fosil kayıtlarında da, Kambriyen devrinde canlılığın birdenbire ortaya çıktığı gözlemlenmiş, trilobitlerin ve diğer bazı omurgasızların aniden belirdikleri tespit edilmişti. Bu yüzden Darwin Türlerin Kökeni adlı kitabında bu konuya değinmek durumunda kaldı. O sıralarda Kambriyen devri "Siluryen devri" olarak tanımlanıyordu. Darwin ise "Bilinen Eski Fosil Kayıtlarında Farklı Türlerin Aniden Ortaya Çıkışı Üzerine" başlığı altında bu konuya değinmiş ve Siluryen devri hakkında şöyle yazmıştı: Siluryen devrine ait trilobitlerin, bu devirden çok daha önceleri yaşamış olan ve bilinen hayvanların hiçbirine benzemeyen bir tür kabuklu havyandan evrimleştiği konusunda hiç kuşkum yok... Sonuçta, eğer benim teorim doğruysa, en eski Siluryen tabakasının oluşumundan önce, çok uzun zaman dilimleri geçmiş olmalı, Siluryen devrinde bu güne kadar geçmiş olan zaman kadar uzun zaman dilimleri. Ve henüz bilinmeyen bu zaman dilimleri içinde dünya canlı yaratıklarla dolup taşmış olmalı. Bu büyük zaman dilimlerine ait fosil kayıtlarını neden bulamadığımız sorusu karşısında ise verebilecek tatmin edici bir cevabım yok.144Kısacası Darwin, Kambriyen devrindeki "aniden ortaya çıkış" olgusunun, "fosil kayıtlarındaki yetersizlik"ten kaynaklandığı varsayımıyla hareket ediyordu. Ancak aradan geçen 150 yıl içinde fosil kayıtları hakkında yeterli kanıt toplandı. Buna rağmen, Kambriyen öncesi devirde, Kambriyen döneminde bulunan canlıların atası olabilecek canlıların fosillerine rastlanmadı. KAMBRİYEN PATLAMASI DARWIN'İN TEORİSİNE MEYDAN OLUYOR Kambriyen patlaması, evrim teorisine ciddi bir şekilde meydan okumaktadır. Oldukça ani, kapsamlı ve jeolojik açıdan son derece hızlı gelişen bu dönem sonucunda çok sayıda hayvan filumu ortaya çıkmıştır. Bu ise Darwinizm'in en temel varsayımını yok etmektedir. Bu varsayım, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiği şeklindedir. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk havyan türünden başlayarak, aşama aşama farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda (Kambriyen devirde) hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalmıştır.145 Tüm filumlar bir anda ortaya çıkmıştır, hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyları tükenmiştir.
Evrim teorisine inanmakta ısrar eden paleontologların Kambriyen Patlaması karşısında Darwin'in teorisini kurtarmak için denedikleri 2 yol vardır. Birincisi; Kambriyen devirde ortaya çıkan canlıların aniden belirmediklerini, bu canlıların Prekambriyen (Kambriyen öncesi) dönemde atalarının bulunduğunu ileri sürürler. Fakat, Prekambriyen dönemde, daha önce de belirtildiği gibi Kambriyen dönemindeki olağanüstü kapsamlı canlılığın atası sayılabilecek hiç bir kayıt yoktur. Bunu açıklamak içinse, iki ayrı iddia ortaya atarlar. Bunlardan birine göre, bu sözde atalar, yumuşak vücutları ve küçüklükleri nedeniyle fosil bırakmamışlardır. Bir diğer iddiaya göre ise, Prekambriyen dönemden elde edilen bulgular parça parça ve yetersiz olduğu için, bu "hayali ataların" fosillerine henüz rastlanmamıştır. • Fosil kayıtları yetersiz değildir: Dikkat edilirse bu iddialar, herhangi bir "kanıt"a değil, bilakis "kanıtsızlığa" dayanmaktadırlar. Nitekim bir çok paleontolog bunun farkındadır ve "fosiller yetersiz" iddiasına katılmamaktadır. Prekambriyen döneminin sonlarına ve Kambriyen dönemine ait yeterince sağlam kayalar bulunmuştur. Bilim adamlarına göre, bu kayalar, eğer sözkonusu "atalar" yaşamış olsaydı onların fosilleşmiş olacaklarına ve bugüne kadar keşfedileceklerine dair paleontologları ikna edecek kadar yeterlidir. Örneğin her ikisi de evrimci olan James Valentine ve Douglas Erwin'e göre elde edilen Kambriyen kayalıkları yeterince eksiksizdir. Dolayısıyla bu bilim adamları"Patlamanın gerçek ve fosil kaydındaki eksikliklerle gizlenemeyecek kadar büyük olduğu" sonucuna varmışlardır.146 Şubat 2000'de İngiliz jeologlar M. J. Benton, M. A. Wills ve R. Hitchin şu sonuca varmışlardır: Fosil kaydının eski parçaları aşikar bir şekilde noksandır, fakat yaşam tarihinin engin modellerini örneklendirmek açısından yeterli görülebilirler.147 • Bulunması gereken atalar yaşasalardı iz bırakırlardı Öte yandan, Kambriyen devri filumlarının çok küçük olduklarından ya da yumuşak bedenli olduklarından dolayı fosil bırakmadıkları iddiası da geçersizdir. Bu iddiayı çürüten en açık örnek, küçük bakterilerin mikrofosillerinin 3 milyar yıldan daha yaşlı olan kayalarda dahi bulunmuş olmasıdır. Dahası Avustralya Ediacara Tepelerinde fosilleşmiş olarak bulunan Prekambriyen organizmaları yumuşak bedenlidirler. Simon Conway Morris 1998 yılında yayınlanmış olan The Crucible of Creation adlı kitabında "Ediacaran fosilleri sanki fiilen yumuşak vücutluymuş gibi görünmektedirler" diyerek Ediacaran organizmalarında iskelete ait sert bölümlerin olmadığını belirtmektedir. Aynı durum Kambriyen Patlamasında fosilleşmiş olan çok sayıda organizma için de geçerlidir. Örneğin Kanada'daki Burgess Shale fosil yatağı, tamamen yumuşak bedenli olan çok sayıda fosil içermektedir. Conway Morris'e göre "bu olağanüstü fosiller" yalnızca onların ana hatlarını göstermekle kalmazlar, aynı zamanda bazen de bağırsaklar ya da kaslar gibi iç organları da gösterirler. Kısacası, yaşadıkları varsayılan ataların fosillerine rastlanmamasının nedeni, yumuşak vücutlu ya da küçük olmaları olamaz. Dolayısıyla, "Prekambriyen devirde, Kambriyen devir canlılarının ataları yaşıyordu, ama izlerine ulaşamıyoruz" iddiası tamamen geçersizdir. Bu teorik canlılarının fosillerinin var olmamasının tek sebebi vardır: Bu canlılar hiç var olmamışlardır. Bunun ise tek bir anlamı vardır: Kambriyen devrinde ortaya çıkan canlılar aniden, hiçbir ataya sahip olmadan ortaya çıkmışlardır. KAMBRİYEN DEVRİNDE ANİDEN ORTAYA ÇIKAN CANLILAR EVRİMLE OLUŞAMAYACAK KADAR KOMPLEKSTİRLER Evrimcilerin, Kambriyen patlamasının nasıl gerçekleştiğini açıklamak için denedikleri ikinci yol ise "hızlı ve istisnai evrimdir". Yani bu son derece kompleks ve farklı filumlara ait canlıların çok hızlı bir evrimle ortaya çıktığını iddia ederler. Ancak bu iddia da hem kendi taraftarları hem de diğer bilim adamları tarafından yoğun olarak eleştirilmektedir. Çünkü Kambriyen patlamasında beliren canlılar oldukça kompleks özelliklere sahiptir ve böyle hızlı bir evrimleşme evrim teorisinin kendi iddialarına göre bile mümkün olamaz. Kambriyen canlılarının bazı özelliklerini bilmek, bu konuda aydınlatıcı olacaktır. Örneğin son bulunan kabuklu fosilinde, yiyeceğini ağzına götürmek için kullanabileceği bir organa ve ayrıca antenlere rastlanmıştır. Bunun dışında, kendisini koruyan bir de kabuğu bulunmaktadır. Bu kabuklu ile aynı dönemde yaşayan trilobitler ise son derece kompleks bir göz sistemine sahiptirler. Bu göz yapısı tam bir yaratılış harikasıdır. Harvard, Rochester ve Chicago Üniversiteleri'nden jeoloji profesörü David Raup;"Trilobitlerin gözü, ancak günümüzün iyi eğitim görmüş ve son derece yetenekli bir optik mühendisi tarafından geliştirilebilecek bir tasarıma sahipti" demektedir.148 Burada kısaca yer verilen bu kompleks canlıların, evrimcilerin iddia ettikleri mekanizmalarla (bu mekanizmaların gerçekten evrimleştirici bir etkisi olduğu varsayılsa dahi) bu kadar kısa bir zaman aralığında kusursuz yaratılışlarıyla ortaya çıkmaları imkansızdır. Kambriyen patlaması çok kısa bir zaman aralığında meydana gelmiştir. 1993 yılında yapılan radyometrik ölçümler ile Kambriyen devrinin 543 milyon yıl önce başladığı149 ve ilk hayvan filumlarının ise, 530 milyon yıl önce ortaya çıktıkları belirlenmiştir.150 Bu çalışmalar aynı zamanda Kambriyen patlamasının 5 milyon yıl içinde gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Jeolojik açıdan 5 milyon yıl çok kısa bir dönemi ifade etmektedir. Bugün kabul gören neo-Darwinizm'in türlerin oluşumunu açıklamada kullandığı mekanizmalar için gerekli sayılan süreler ise çok uzundur. Neo-Darwinizm, türlerin oluşumu için, canlının gen dizilimlerinde rastgele mutasyonlar sonucunda küçük değişiklikler biriktiğini ve bu biriken değişikliklerin nesiller sonra, türlerdeki değişikliklere neden olduğunu iddia eder. Mutasyonların canlıların genetik bilgisini geliştirmedikleri gerçeği, bu iddiayı en baştan geçersiz kılmaktadır. Ancak bir an için tamamen spekülatif olan bu evrimci iddiayı kabul etsek ve mutasyonların evrimleştirici bir etkisi olabileceğini varsaysak bile, teori Kambriyen patlaması karşısında yine de çaresizdir: Kambriyen devrinde ortaya çıkan canlıların bu tür küçük değişikliklerle bu kadar kısa bir zaman zarfında meydana gelmesi kesinlikle imkansızdır ve bu imkansızlığı evrimcilerin kendileri de itiraf ederler. Japon bilim adamıSusomo Ohno Proceedings of the National Academy of Sciences dergisinde bu gerçeği şöyle açıklar: Rastgele meydana gelen mutasyon oranının yılda baz çifti başına 10-9 olduğunu varsayarak ve doğal seleksiyonun negatif etkilerini de göz önünde bulundurarak, DNA baz dizilerinde %1'lik bir değişiklik olabilmesi için 10 milyon yıla ihtiyaç vardır. Evrimsel zamanda ise 6-10 milyon yıl göz kırpması kadar kısadır. Hayvanlar aleminin neredeyse tüm filumlarının aniden ortaya çıkışını gösteren Kambriyen patlamasının 6-10 milyon yıllık bir zaman arasında meydana gelmesinin ise kesinlikle genlerdeki mutasyonlara bağlı değişimlerle açıklanması mümkün değildir.151Ohno'nun sözlerinde de görüldüğü gibi, Kambriyen patlamasının ileri sürülen "evrim mekanizmaları" ile açıklanması kesinlikle mümkün değildir. Nitekim, Science dergisindeki yazısında Richard Fortey de evrim teorisinin içinde bulunduğu açmazı belirterek yazısını şöyle sonlandırmaktadır: Daha eski bir ataya ait bir delil bulunsa dahi, Kambriyenin en alt tabakalarında neden o kadar çok hayvanın, boyut olarak o kadar çok büyüdüğünü ve neden o kadar kısa sürede kabuk elde ettiğini açıklamak, bir çelişki olarak kalacaktır.152 SONUÇ Görüldüğü gibi pek çok kompleks canlı, Kambriyen devrinde kompleks yapılarıyla aniden ortaya çıkmışlardır. Hiçbir ataları yoktur ve bu hayali ataların ileride bulunma olasılığı da söz konusu değildir. Bu canlıların evrimsel bir ataya sahip olmadan aniden ortaya çıkmaları ise evrim teorisinin iddiaları ile tamamen çelişmektedir. Bu durumda, yapılacak en doğru hareket, bilimsel delillere bakarak, evrim teorisini terk etmek olmalıdır. Ancak evrimciler teorilerinde ısrarlıdırlar. Son bulunan kabuklu fosili dahi onları bu ısrardan vazgeçirmemektedir. Çünkü evrim teorisi bilimsel delillerden yola çıkılarak savunulan bir teori değildir. Bu teoriyi savunanlar, Allah'ın varlığını ve tüm canlıları O'nun yarattığını kabul etmemek için bu teoriyi her ne pahasına olursa olsun korurlar. Kambriyen devrindeki canlıların ortaya çıkışı yaratılış gerçeğini çok açık bir şekilde gösteriyor olmasına rağmen, evrimciler çürük teorilerini bırakmamakta direnmektedirler. ... Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Bakara Suresi, 32) | |||||||||||||
13 Mart 2010 Cumartesi
BİLİM VE TEKNİK DERGİSİ, YAŞAMIN KÖKENİ KONUSUNDA YANILIYOR
BİLİMSEL TEMELDEN YOKSUN EVRİMCİ PROPAGANDA
Bu iddia ilk olarak Hürriyet gazetesi yazarlarından Özdemir İnce tarafından "Gerici Darwin 2001" başlıklı bir yazıyla dile getirildi. İnce, 29 Nisan 2001 tarihli yazısında, evrim hakkında ne kadar "bilimsel" bir kriter koyduğunu şöyle ilan ediyordu: Kafam diyalektik düşünce yönteminin afyonuna alışkın olduğu için, Harvard Üniversitesi ve MIT (Massachusetts Institude of Technology) muhitlerinde bir araştırma yaptım. Bilim çevrelerinden aldığım görüş şöyle: 'Darwin'in gözleme dayalı kuramının yanlış olduğunun kanıtlanması için, en azından 6 milyon yaşında, ama günümüz insanının özelliklerine sahip bir iskelet kalıntısı bulmak gerekir. Darwin'in kuramını çürütecek, moleküler ayrıntılara ilişkin sorular henüz yanıtsızdır.' '6 milyon yaşında iskelet' koşulu zihnimi bulandırdı. Muhterem milletvekilleri Darwin'i 'mat' edecek böyle bir kanıtı soru önergelerine eklediler mi acaba? Çünkü, Darwin'in Evrim Kuramı'nı çürütmek için 6 milyon yaşında insan iskeleti kalıntısı bulmaları gerekiyor.Bilimsel gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan bu iddia, 29 Mayıs 2001 günü ise, Star TV'de "Günaydın Türkiye" programında, programın sunucusu Metin Uca tarafından tekrarlandı. Programda, "600 bin yıllık insan bulamayan bir kişinin, evrim teorisini çürütemeyeceği , bu yüzden teorinin bilimsel olarak kanıtlanmış bulunduğu " ileri sürüldü. Bir yandan da Türk evrimcilerden felsefeci Yaman Örs'ünEvrim adlı kitabı tanıtıldı. Oysa her iki evrimci yayında (Özdemir İnce'nin yazısında ve Metin Uca'nın programında) büyük bir bilimsel kriter gibi gösterilen "eski insan fosili bulma" iddiası, aslında söz konusu Darwinist yorumcuların konudan aslında ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. FOSİLLER CANLILARIN 'EVRİMLEŞEREK' DEĞİL ANİDEN ORTAYA ÇIKTIKLARINI GÖSTERMEKTEDİR Evrim teorisi hakkında yorum yapan kişiler, öncelikle evrim teorisinin neyi iddia ettiğini ve kendisine delil olarak neleri aradığını bilmelidirler. Evrim teorisi, "bundan 6 milyon yıl önce insan yaşıyor muydu, yaşamıyor muydu?" gibi bir soruya dayanmaz ki, bu teorinin çürütülmesi için "6 milyon yıllık insan fosili" bulmak gereksin. Yeryüzünde halen yaşayan veya daha önce yaşayıp da soyu tükenmiş olan canlıların hangi jeolojik devirlerde ortaya çıktıkları, bulunan fosiller üzerinde yapılan yaş tayini metodlarıyla belirlenen teknik bir konudur. Bu konu hakkında bir tartışma da yoktur. Hangi jeolojik devirde hangi canlıların fosillerine rastlanıyorsa, buna göre bir doğa tarihi belirlenmiştir. Bu doğa tarihi, evrim teorisini benimseyen veya yaratılışı savunan tüm paleontologlar tarafından kabul edilen bilimsel verilere dayanır. Mesele ise, bu canlıların "ne zaman" ortaya çıktıkları değil, "nasıl" ortaya çıktıklarıdır. Evrim teorisi "nasıl" sorusuna, "her canlı ortak bir atadan gelmiş, kademeli değişimlerle uzun zaman içinde farklılaşmıştır" iddiasıyla cevap verir. Yaratılış ise aynı soruya, "her temel canlı grubu, kendi özgün özellikleri ile tasarlanıp yaratılmış ve dünya üzerinde daha önceden bir atası olmadan ortaya çıkmıştır" diye cevap verir. Fosil kayıtları ise, açıkça ikinci cevabın doğru olduğunu göstermektedir. Bu, evrim teorisine inanan paleontologlar tarafından da itiraf edilen bir gerçektir. Ünlü biyolog Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong adlı kitabında bu konuyu şöyle açıklar: Eğer fosiller buluyorsak ve eğer Darwin'in teorisi doğruysa, o halde kayaların belirli bir grup yaratığın, daha kompleks bir başka grup yaratığa doğru küçük kademelerle evrimleştiğini gösteren kalıntılar ortaya çıkarması gerekir. Bu nesilden nesile ilerleyen "küçük gelişmelerin" son derece iyi korunmuş olması gerekir. Ama durum hiç de böyle değildir. Aslında, bunun tam tersi doğrudur. Darwin'in "sayısız ara form olmalı, ama bunları neden yeryüzünün sayısız katmanında bulamıyoruz" derken yakınmış olduğu gibi. Darwin, fosil kayıtlarındaki bu "olağanüstü eksikliğin" sadece daha fazla fosil kazısı yapmakla ilgili olduklarını düşünmüştür. Ama her ne kadar yeni fosil kazısı yapılırsa yapılsın, bulunan türlerin neredeyse hepsinin, istisnasız, bugün yaşamakta olan hayvanlara çok benzediği ortaya çıkmıştır.97Hitching bunları 80'li yıllarda yazmıştır, o zamandan bu yana ise fosillerin Darwinizm'e olan darbesi giderek büyümüştür. Fosil biliminin ortaya çıkardığı çok önemli bir gerçek, Darwinizm'in temel iddiası olan "hayat ağacı"nın hayal ürünü olduğudur. Bu hayat ağacı, farklı canlı gruplarının tek bir atadan geldiğini ve zaman içinde yavaş yavaş farklılaştıklarını varsayar. Oysa bulgular, bilinen temel canlı grupları olan "filumların" tamamına yakınının, kısa bir jeolojik dönemde (Kambriyen Devir'de) aniden ortaya çıktığını göstermektedir.98 Darwinizm'in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm'le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır: Darwinist teori, canlılığın bir tür "giderek genişleyen bir farklılık üçgeni" içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk havyan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte baş aşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.99Bu olgu giderek inkar edilemez hale gelmektedir. En son olarak New York Times gazetesinin 22 Mayıs 2001 tarihli sayısındaki "Fossil Findings May Force Revisions in the History of Life" (Fosil Bulguları, Yaşamın Tarihinde Revizyonlar Gerektirebilir) başlıklı makalede, şu yorumlar yapılmıştır: Uluslararası bir grup bilim adamı tarafından yapılan araştırmalar, (doğa tarihinde) giderek artan bir çeşitlilik olmadığıanlamına geliyor. Gerçekte, yeni sonuçlar, yaşamın çeşitlilik düzeyinin çok kısa bir sürede zirveye çıktığını ve orada kaldığını, yaşamın gerçek çeşitlilik zirvesinin 400 milyon yıldan daha önce geldiğini ve sonra gittiğini gösteriyor... Bu, yaşamın çeşitliliği hakkında uzun zamandır kabul edilen görüşleri sorguluyor.Bu gibi gelişmeler yaşanırken, Darwinistler'in "6 milyon yıllık insan fosili isteriz, yoksa Darwinizm'e inanmaya devam ederiz" gibi bilimsellikten uzak yorumlarla kendilerini aldatmaları son derece hatalıdır. Çünkü bilime rağmen evrim teorisine inanmaktadırlar ve bunun tek nedeni, diyalektik materyalist felsefeye olan dogmatik bağlılıklarıdır. ("6 milyon yıl" yorumunun "Harvard ve MIT çevrelerinden" alındığı iddia edilmektedir, ama büyük olasılıkla bu kaynaklar yanlış anlaşılmıştır. Çünkü söz konusu üniversitelerdeki evrimciler, dogmatik de olsalar, bu kadar bilimdışı bir iddia öne sürmezler.) DARWIN'İN KENDİ KISTASLARI, EVRİM TEORİSİNİ KESİNLİKLE YIKMAKTADIR Darwinistler eğer gerçekten bilimsel kıstaslar ortaya koymaya ve buna göre Darwinizm'i sorgulamaya niyetlilerse, önce Darwin'in kendi koyduğu kıstasları dikkate almalıdırlar. Çünkü Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabında teorisinin nasıl çürütülebileceğini çok somut şekilde açıklamıştır. Bu konuda iki örnek vereceğiz. Birincisi, Darwin'in fosiller hakkındaki kıstasıdır. Türlerin Kökeni'nde şöyle yazmıştır: Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara geçiş türleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.100
Bu durumun yeni fosil bulgularıyla değişmeyeceği de anlaşılmaktadır. Amerikalı paleontolog R. Wesson, 1991'de yayınlanan Beyond Natural Selection adlı kitabında evrimin fosil çıkmazını şöyle açıklamaktadır: Ne var ki, fosil kayıtlarındaki boşluklar gerçektir. Herhangi bir (evrimsel) soy oluşumunu gösterecek kayıtların yokluğu, son derece olgusaldır. Türler genellikle çok uzun zaman dilimleri boyunca sabit kalırlar. Türler ve özellikle cinsler hiçbir zaman yeni bir türe ya da cinse doğru evrim göstermezler. Bunun yerine, bir tür ya da cinsin bir diğeriyle yer değiştirdiği gözlenir. Değişim ise çoğunlukla anidir.101 Darwin'in, teorisini test etmemiz için gösterdiği ikinci büyük kıstas ise, bir organın daha küçük parçalara "indirgenebilir" olup olmadığıdır. Yine Türlerin Kökeni'nde şöyle yazmıştır: Eğer birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu gösterilse, teorim kesinlikle yıkılmış olacaktır.102
Oysa canlı bedenlerindeki kompleks organların hemen hepsi, tek bir parçası dahi eksik olsa işe yaramayacak organlardır. Bunların "aşama aşama" gelişmiş olması mümkün değildir, çünkü sistem eksiksiz olmadıktan sonra canlıya hiçbir avantaj sağlamamaktadır. Amerikalı biyokimya profesörü (Lehigh Üniversitesi, Pennsylvania) Michael J. Behe'nin 1996'da yayınlanan "Darwin'in Kara Kutusu: Evrime Karşı Biyokimyasal Başkaldırı" adlı kitabıyla bilim dünyasına kazandırdığı"indirgenemez komplekslik" kavramı, Darwinizm'in bu çıkmazını ifade etmektedir. Behe ve onun gibi yaratılışı savunan birçok bilim adamı tarafından detayları ortaya konan pek çok "indirgenemez kompleks" organ ve sistem (örneğin insan gözü, gözün biyokimyasal sistemi, kan pıhtılaşma sistemi, bakteri kamçısı, hücre için organeller, DNA ve onu işleyen enzimler gibi), Darwin'in korkusunu gerçeğe dönüştürmektedir. "Birbirini takip eden çok sayıda küçük değişiklikle kompleks bir organın oluşmasının imkansız olduğu" gösterilmekte ve bu ikinci kıstasa göre de Darwin'in teorisi "kesinlikle yıkılmaktadır". Mayıs 2001 tarihli Hürriyet gazetesinde Özdemir İnce'nin köşesinde, "Evrim düşüncesi neye aykırı?" başlıklı bir yazı yayınlandı. Yazıda, 2001 yılı içinde bazı milletvekillerinin, ilk, orta ve yüksek eğitim kurumlarında evrim teorisinin okutulmasına karşı verdikleri hukuk mücadelesi konu edilmekte ve söz konusu milletvekillerinin görüş ve tutumları eleştirilmektedir. Ancak bu eleştiri ve açıklamalarında bazı önemli hatalar ve çelişkiler bulunmaktadır. EVRİM TEORİSİNİN ALLAH İNANCI İLE ÇELİŞMEDİĞİ YANILGISI Özdemir İnce, Darwinizm'in Allah inancıyla çelişmediği iddiasındadır ve hatta buna delil olarak Darwin'in bir sözünü göstermektedir. Bu yoruma göre, Darwin'in "dini inançlara hiç de karşı olmadığını" kabul etmemizi beklemektedir.
Darwinizm, ateizme, dünyada görülmediği kadar büyük bir destek vermiştir. Günümüzün en ünlü Darwinistlerinden biri ve "militan bir ateist" olan Richard Dawkins, "Darwin bize entelektüel olarak donanımlı birer ateist olma şansını verdi" derken, bunu ifade eder. Evrim teorisini kabul ettiği halde bir yandan da Allah'a inandığını söyleyen pek çok insan bulunmaktadır. Ama önemli olan Darwinizm'in kendi hedefinin ne olduğudur ki, bu hedefin ateizmi desteklemek olduğu açıktır. Evrim zihniyetine sahip, buna karşılık Allah'a inandığını söyleyen insanlar, genellikle Darwinizm'in bu asıl mesajını fark edemeyen kimselerdir. Oysa evrim teorisinin temel mantığı hayatın kökeni ile ilgili açıklamalardan bir Yaratıcının varlığını çıkarmaya dayanır. Teori, Yaratıcıyı reddeder ve Yaratıcının yerine doğa kanunlarını, tesadüfleri ve zamanı yaratıcı bir güç olarak kabul eder. Açıksözlülüğü ile bilinen evrimcilerden biri olan Pierre Paul Grassé bu gerçeği şöyle dile getirir: (Evrimcilerin canlılığın açıklaması olarak öne sürdükleri)... tesadüf kavramı, ateizm görüntüsü altında kendisine gizlice tapınılan bir tür ilah haline gelmiştir.103Evrim teorisinin Allah inancını reddettiği gerçekte çok iyi bilinmektedir. Bu gerçeği bazı evrimciler de itiraf etmektedirler. Örneğin Sidney Üniversitesi'nden evrimci antropolog Dr. Michael Walker şöyle demektedir: Birçok bilim adamı ve teknoloji uzmanının Darwin teorisine dilleriyle hizmet ediyor olmalarının tek nedeninin, bu teorinin bir Yaratıcı olduğunu reddetmesi olduğunu kabul etmek zorundayız..104Evrim teorisinin dine ve Allah inancına karşı olduğunu görmemek veya görmezlikten gelmek, bu teori ile bilimsel ve kültürel alanda yapılan mücadeleyi de takdir edememe sebebidir. Kimi çevreler ideolojik nedenlerle, Allah inancını reddettiği, Allah'ın belirlediği güzel ahlak yerine çatışmayı, bencilliği, çıkar mücadelesini desteklediği için bu teoriyi gözü kapalı olarak kabul etmektedir. Ancak Sayın İnce'nin Darwinizm'e olan "bağlılığı"nın nedenini anlamak mümkün değildir. ALLAH'IN İNSANLARI EVRİM ARACILIĞI İL EYARATMIŞ OLDUĞU YANILGISI Söz konusu yazıda, Allah'ın iradesinin insanı evrimle de, Hz. Adem aracılığı ile de yaratmaya yeteceği belirtilmektedir. Allah, elbette ki insanları dilediği şekilde yaratmaya güç yetirendir. Ancak, Allah insanı ve diğer canlıları nasıl yarattığını Kuran'da açıklamıştır. Kuran'da yaratılışın evrim ile olduğunu gösteren, buna işaret eden tek bir ayet bulunmamaktadır. Aksine, canlıların Allah'ın dilemesiyle, yaratıldıkları bildirilmektedir. Dolayısıyla, İnce'nin evrim teorisi dinle çelişmez iddiası hiçbir bilgiye dayanmamaktadır. (Detaylı bilgi için bkz. Kuran Darwinizmi Yalanlıyor, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık) LENİN, STALIN, HITLER GİBİ KANLI DİKTATÖRLERİN DARWINİZM'DEN TEŞVİK GÖRDÜKLERİ BİLİNEN BİR GERÇEKTİR Örneğin Hitler ırkçı ve savaşcı teorilerini geliştirirken Darwinizm'den, özellikle Darwin'in "yaşam mücadelesi" fikrinden ilham almıştır. Ünlü kitabı Kavgam'ın adını, bu yaşam mücadelesi fikrinden esinlenerek belirlemiştir. Hitler de aynı Darwin gibi105 Avrupalı olmayan ırkları maymunlarla aynı statüye koymuş ve şöyle demiştir: "Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın, geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz."106 Nazi Doktorları adlı kitabın yazarı olan Amerikalı tarihçi Michael Grodin Hitler'in ideolojisi ile Darwinizm arasındaki yakın ilgiyi şöyle açıklar: Nazi ideolojisi, Sosyal Darwinizm ve yirminci yüzyılın başlarında gelişen ırk arındırılması kavramları arasında kusursuz bir uyum vardı.107Amerikalı araştırmacı George Stein ise, American Scientist dergisine yazdığı bir makalede bu konuyu şöyle açıklamaktadır: Nazizm gerçekte, Darwinist devrimin bilimsel gerçeklerine tamamen uygun olan biyolojik bir politikayı, tüm bir topluma uygulamak için yapılmış ilk geniş çaplı ve bilinçli girişimdir.108Ünlü evrimci Sir Arthur Keith ise, "Alman Führer'i bir evrimciydi. Almanya'nın tecrübesini, evrim teorisine uygun hale getirmek için bilinçli olarak çalıştı" sözleriyle Hitler'in evrimci yönünü vurgular.109 Hitler nasıl ırklar arası mücadele konusunda Darwinizm'den teşvik gördüyse, 20. yüzyılın komünist diktatörleri de sınıflar arası çatışma konusunda Darwinizm'i yol gösterici olarak kabul etmişlerdir. Marx ve Engels'in Darwinizm'e büyük önem verdikleri, Marx'ın, Darwin'in kitabını kendi felsefesinin "doğa tarihi açısından temeli" saydığı, Engels'in Doğanın Diyalektiği adlı kitabında Darwin'e övgüler yağdırdığı ve onun teorisini tekrarladığı bilinen gerçeklerdir. Marx ve Engels'in yolunu izleyen Plekhanov, Lenin, Trotsky ve Stalin gibi Rus komünistlerinin hepsi de, Darwin'in evrim teorisini benimsemişlerdir. Stalin'in gençliğinde bir din adamı iken Darwin'in kitapları nedeniyle ateist olduğu da tarihçiler tarafından not edilen bir gerçektir.110 Stalin Darwin'in fikirlerine verdiği önemi, iktidarda iken de şöyle açıklamıştır: Genç nesillere… üç şeyi öğretmeliyiz: Dünyanın yaşını, jeolojik orijinini ve Darwin'in öğretilerini.111 Komünist rejimi Çin'de kuran ve milyonlarca insanı katleden Mao ise kurduğu bu düzenin felsefi dayanağını, "Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve evrim teorisine dayanmaktadır" diyerek açıkça belirtmiştir.112 Darwinizm'in Mao ve Çin komünizmi üzerindeki etkisi, Harvard Üniversitesi'nden tarihçi James Reeve Pusey'in, China and Charles Darwin (Çin ve Charles Darwin) adlı araştırma kitabında detaylarıyla anlatılmaktadır. (Cambridge, Massachusetts, 1983) Darwinizm ile totaliter ideolojiler arasındaki ilişki günümüzde de sürmektedir. Gerek Avrupa'da giderek daha da etkin hale gelen ırkçı neo-Naziler ve dazlaklar, gerekse de komünist örgütler hala Darwinizm ile eğitilmektedirler. Bu örgüt ve gruplar, internet sitelerinde ve yayınlarında da Darwinizm propagandası yapmaktadırlar. Bunlar, biraz araştırma ve ön yargısız bir değerlendirme ile açıkça görülebilecek gerçeklerdir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Darwinizm'in İnsanlığa Getirdiği Belalar, İstanbul, Ekim 2000; Harun Yahya, Komünizm Pusuda, İstanbul, Nisan 2001; Harun Yahya, Darwinizm'in Kanlı İdeolojisi Faşizm, İstanbul, Mayıs 2001) TALİBAN VE HİZBULLAH ÖRNEĞİNDEKİ MANTIKSIZLIK Söz konusu yazıda şöyle bir mantık öne sürülmektedir: "Bölücü ve yıkıcı terör örgütlerinin esin kaynağı materyalist fikirler ise Hizbullahçılar ile Taliban'ın ilham kaynağı ne olabilir? Darwin'in evrim kuramı ile materyalist görüşler mi yoksa İslam mı?" Burada kullanılan mantığın son derece çürük olduğu açıktır. Kuran'da Allah barış ve güvenliği, dostluğu, hoşgörüyü, bağışlanmayı, sevgiyi, şefkat ve merhameti, fedakarlığı paylaşmayı emreder. Kuran'ı rehber edinenler Allah'ın bu emirlerine harfiyen uyarlar. Dolayısıyla, hiçbir terör eylemi Kuran'ı ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetini rehber edinen insanlar tarafından gerçekleştirilmiş olamaz. Bu tür hareketlerin ardında farklı sebepler aranması gerektiği son derece açıktır. Bu tehlikeye karşı yapılması gereken, dini, tüm hurafe ve sapkınlıklardan arındırmak, sadece Allah'ın vahyi olan Kuran'ı rehber edinerek Peygamber Efendimiz (sav)'in yaşantısını örnek almak ve gençleri hurafelerden arınmış gerçek din ahlakı ile eğitmektir. Burada atlanmaması gereken nokta şudur: İslam adını kullanarak terör uygulayanlar olabilir, ama İslam'ın kendisi terörü, çatışmayı ve bozgunculuğu yasaklamakta, buna karşılık insanlığı barış, huzur ve dostluğa davet etmektedir. Ama materyalist felsefe ve Darwinizm'de, çatışma ve savaş gerekliliğine inanılır. Materyalist ve Darwinist ideolojiler adına ortaya çıkıp kan dökenler, bu ideolojilerin meşru gördüğü, hatta emrettiği bir işi yapmaktadırlar. Bu gerçekleri göz ardı ederek, demagoji yoluyla gerçekleri saptırmaya çalışmak akılcı ve vicdanlı bir davranış değildir. Kaldı ki, Türk Milleti tüm dünya için tehdit oluşturan her iki tehlikenin de farkındadır. Akılcı ve vicdanlı bir düşünce, tüm önyargılarından kurtularak her iki tehdite karşı en etkin bilimsel ve kültürel mücadeleyi vermeli, ideolojik önyargılarla tehlikelerden herhangi birini görmezlikten gelmemelidir. SONUÇ Evrim teorisinin gerçek yüzünü, toplumlar için oluşturduğu tehlikeleri ve bilimsel çöküşünü görmezden gelmek, akılcı bir yaklaşım değildir. Gençlere, bilimsel dayanağı olmayan, ateizmi, çatışmayı, kavgayı, ırkçılığı "bilimsel gerçekler" veya "doğa kanunları" gibi gösteren bir teoriyi bilimsel bir doğru olarak anlatmanın tehlikelerine dikkat çekmek elbette zaruridir. Marx ve Engels'in deyimiyle komünizmin bilimsel temeli olan Darwinizm ile ve dolayısıyla komünist ideoloji ile ilmi bir mücadele vermek vicdan sahibi her insanın görevidir. Ön yargıları ve dogmatik inançları terk eden her insan, tüm bu gerçekleri görebilir ve evrim teorisinin karanlık yüzünü ortaya koyan çalışmaların ne derece ehemmiyetli olduğunu fark edebilir. Haziran 2001 tarihli bazı gazetelerde evrim teorisi lehinde yorumlanan bir fosil bulgusundan söz ediliyordu. Örneğin bu yeni bulgu Hürriyet gazetesi'nde "Evrim Zincirini Anadolu Aydınlatacak" başlıklı bir haberle duyuruldu. Söz konusu fosil, Anadolu'da bulunan ve 23. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu'nda duyurulan bir örnekti. Habere göre, bazı evrimci antropologlar, yaşı 7-8 milyon yıl olarak hesaplanan bu fosilin "insanımsılarla" kuyruksuz maymunlar arasında eksik olan evrim zincirini tamamlayacağını iddia ediyordu. Klasik bir evrim propagandasının sergilendiği bu haberler, bilimsel açıdan önemli yanılgı ve yanlışlar içermektedir. Bu yazıda, söz konusu gazete haberlerine hakim olan evrimci ön yargı ortaya konacaktır. "İNSANIN EVRİMİ" HİÇBİR SOMUT KANITA DAYANMAYAN BİR VARSAYIMDIR Öncelikle, insanın evrimi iddiasının neden bilimsel dayanaklardan yoksun bir varsayım olduğunu açıklamak gerekir. Evrimciler, insanın maymunlarla ortak bir atadan türediklerini öne sürerler. Bu konuda aralarında kesin bir uzlaşma yoktur, ancak genel iddiaya göre, kuyruksuz maymunlar ve evrimcilerin "insanımsı" (hominid) adlı bir sınıfa dahil ettikleri diğer tür maymunlar (yani çeşitli Australopithecus türleri) ortak bir atadan gelmişler ve 5-10 milyon yıl önce birbirlerinden ayrılmışlardır. Aynı iddiaya göre "insanımsı" maymunlar (yani Australopithecus) zamanla aşama aşama günümüz insanına dönüşmüştür. Bu hikaye sağlam temellere oturan bilimsel bir gerçek gibi anlatılır. Oysa ne fosil kayıtları böyle bir evrimi ispatlamaktadır, ne de böyle bir evrim sağlayacak bir mekanizma ortaya konabilmiştir.
Evrimciler bu teorik sınıflandırmayı bir kez kurduktan sonra, bulunan her fosili bu şema içinde bir yerlere oturtmakta ve bunun sonucunda, bulunan her fosil üzerine tüm dünya medya aracılığıyla "evrimin kayıp halkası bulundu" gibi klişe haberlerle aldatılmaktadır. Anadolu'da bulunan 7-8 milyon yıllık "hominid" fosili hakkındaki haberler de aynı klişenin belki bininci tekrarıdır. Oysa tüm bu hikaye belirttiğimiz gibi bir aldatmacadır, çünkü ortada evrimci varsayımları doğrulayan kanıt yoktur. Evrimciler mevcut maymun sınıflamalarını ve bunlara ait fosil kalıntılarını (kendi içinde son derece ihtilaflı) bir "evrim zinciri" halinde sıralamaktadırlar, ama fosiller ortada gerçekten böyle bir geçiş olduğuna dair kanıt sunmamaktadır. EVRİMCİ PALEANTROPOLOGLARDAN İTİRAFLAR İnsanın evrimi iddiasının hayali olduğunun ilginç bir göstergesi, bulunan yeni fosillerin iddiayı desteklemek yerine çelişkili hale getirmesidir. ABD'nin en önde gelen paleontologları arasında yer alan Harvard Üniversitesi'nden Niles Eldredge ve Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden Ian Tattersall, bu konuda şu önemli yorumu yapmışlardır: Canlıların evrimsel tarihlerinin bir keşif meselesi olduğu düşüncesi, bir efsanedir. Eğer öyle olsaydı, ne kadar çok hominid fosili bulursak, insanın evrimi hikayesinin de o kadar açık hale gelmesi gerekirdi. Oysa eğer birşey olduysa, bunun tam tersi olmuştur.113Konunun uzmanı olan diğer pek çok evrimci, aslında savunduğu teori hakkında son derece kötümser düşüncelere sahiptir. Örneğin ünlü Nature dergisinin bir numaralı bilim yazarı Henry Gee, "insanın evrimi ile ilgili 5 ila 10 milyon yıl öncesine ait tüm fosil kanıtlarının küçük bir kutuya sığabilecek kadar az olduğunu" söyler. Gee'nin bundan vardığı sonuç ilginçtir: Ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir... Bir grup fosili almak ve bunların bir akrabalık zincirini yansıttıklarını söylemek, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, ama geceyarısı masallarıyla aynı değeri taşıyan bir iddiadır—eğlendirici ve hatta belki yönlendiricidir, ama bilimsel değildir.114Aslında "insanın evrimi" masalı, materyalist felsefeye inanan bir grup insanın, doğa tarihini bu dogmatik inançlarına göre yazma çabasından başka birşey değildir. İngiliz Bilim İlerleme Derneği'nin (British Association for the Advancement of Science) 1980'lerdeki bir toplantısında, Oxford Üniversitesi tarihçisi John Durant bu konuda şu yorumu yapmıştır: Acaba, aynen "ilkel" efsaneler gibi, insan evrimi teorileri de kendilerini yaratanların değer sistemlerini, onların kendileri ve toplumları hakkındaki inanışlarını geçmişe yansıtarak, güçlendiriyor olabilir mi?115Durant daha sonraki bir yazısında ise şöyle demektedir: İnsan evrimine dair düşüncelerin, gerek bilim-öncesi gerekse bilimsel toplumlarda benzer işlevler üstlenip üstlenmediği kuşkusuz sorulmaya değer bir konudur... Yakından incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki, her defasında, insanın kökeni hakkındaki fikirler geçmiş kadar bugünü de yansıtmaktadır, geçmişteki atalarımızın deneyimleri kadar kendi deneyimlerimizi yansıtmaktadır.... Bilimin bir an önce efsanesizleştirilmesine acilen ihtiyacımız vardır.116Kısacası, insanın kökeni hakkındaki evrim teorileri, bu teorileri üretenlerin önyargılarını ve felsefi inançlarını yansıtmaktan başka bir işlev görmemektedir. Bu gerçeği kabul eden bir diğer evrimci, Arizona State Üniversitesi antropoloğu Geoffrey Clark'tır. Clark, 1997'deki bir yazısında şöyle der: Önümüzdeki bir grup alternatif araştırma sonucundan bir tanesini, daha önceki varsayımlarımıza ve önyargılarımıza göre seçiyoruz—bu hem politik hem de subjektif bir işlem... Paleoantropolojinin sadece şekli bilimseldir, içeriği değil.117 MEDYA PROPAGANDASININ İÇYÜZÜ Görüldüğü gibi, insanın evrimi iddiası, bizzat bu iddianın şekillenmesinde rol oynayan kimseler tarafından dayanaksız bulunmaktadır. İddia bilime değil, teoriyi şekillendirenlerin inanç ve ön yargılarına dayalıdır. Ama ilginç olan nokta, paleoantropoloji dünyasındaki bu "itiraf"ların hiçbir zaman medyaya yansımamasıdır. Aksine evrimci medya, savaşı kaybetmekte olan bir ülkenin vatandaşlarına son bir moral vermek için yaptığı "zafer yakındır" propagandaları gibi, evrim teorisinin içine düştüğü bu çıkmazı özenle gizler ve kitlelere hep "evrim teorisinin her gün yeni bir kanıtı bulunduğu" yalanını söyler. Yale ve California Berkeley üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora yapmış Amerikalı bir biyolog Jonathan Wells, Icons of Evolution: Science or Myth, Why Much of What We Teach About Evolution is Wrong (Evrimin İkonları: Bilim mi Efsane mi, Evrim Hakkında Öğrettiğimiz Pek Çok Şey Neden Yanlış) adlı 2000 yılı basımı kitabında bu propaganda mekanizmasını şöyle özetler: Toplumun geneli, insanın kökeni hakkındaki derin belirsizliğe dair bilimsel uzmanların yaptıkları açıklamalardan çok nadiren haberdar edilir. Bunun yerine, şu veya bu kimsenin en son teorisi ile besleniriz ve bize bizzat paleoantropologların bunun üzerinde anlaşamadıkları gerçeği aktarılmaz. Ve tipik olarak, teori mağara adamlarının veya "bol makyajlı" insan atalarının hayali resimleri ile süslenir... Görünen odur ki, bilimin hiçbir alanında bu kadar az bir malzeme üzerine bu kadar fazla bir kurgu yapılmamıştır. 118 ABARTMA İÇGÜDÜSÜ Üstte, paleoantropoloji alanındaki pek çok bilim adamının, kendi uğraşılarına hiç de güvenle bakmadıklarını belirttik. Peki evrimci medyanın haberlerine manşet olan, "insanın evrimi artık kanıtlanmış bir gerçektir" gibi asılsız iddialarla gazete ve televizyonlarda boy gösteren bilim adamları kimlerdir? Bunlar, paleoantropolojiyi dayanaksız bulan bilim adamlarından niçin farklı düşünmektedirler? Cevap, bu kişilerin farklı düşünmeleri değil, farklı davranmalarıdır. Aslında onlar da gerçeği bilmektedirler, ama uzun uğraşılar sonucunda elde ettikleri birkaç kemik parçasını önemli göstermek, "evrimin kayıp halkası" olarak tanıtmak ve böylece manşetlere taşınmak hoşlarına gitmektedir. Evrimci Greg Kirby, Biyoloji öğretmenleri Birliği'nin toplantısında yaptığı bir konuşmada bu psikolojiyi şöyle ifade etmiştir: Eğer bütün hayatınızı kemik toplamak, kafatasının ve çenenin küçük parçalarını bulmak için harcıyorsanız, bu küçük parçaların önemini abartmak için çok güçlü bir istek duyarsınız.119 SONUÇ İşte başta Hürriyet olmak üzere çeşitli günlük gazetelerde haber yapılan "8 milyon yıllık hominoid iskeleti", üstte anlattığımız medyatik propaganda stratejisinin ve bulgularını abartma eğilimindeki evrimci paleoantropologların yeni bir şov malzemesinden başka birşey değildir. İskelet hakkında yapılan "evrimin eksik halkası bulundu" şeklindeki yorumlar, savaşı kaybetmek üzere olan bir ülkenin "zafer yakındır, ramak kaldı" şeklindeki propagandalarına benzemektedir. Özellikle son zamanlarda, evrim teorisinin çıkmazlarını, hiçbir bilimsel delile sahip olmadığını gözler önüne seren tartışma programları, yayınlar ve açıklamalar evrimcileri telaşa düşürmüş olmalı ki, "evrim teorisi"nin çöktüğü yerde, evrime "sözde" bir delil çıkararak teorilerini kurtarmaya çalışmaktadırlar. Ama bu çaba boşunadır; hiçbir propaganda, kaybedilen bir mücadeleyi kurtaramamıştır. ilim ve Ütopya dergisinin Haziran 2001 sayısının büyük bir bölümü "beyin" konusuna ayrılmıştı. Genel olarak farklı kitaplardan yapılan alıntılarla hazırlanan dergide, beynin evrimi, bilinç ve zihnin kökeni gibi konulara yer veriliyor, daha doğrusu bu konularda farklı kişiler tarafından ortaya atılan farklı spekülasyonlar aktarılıyordu. Bu yazıda, dergide yer alan spekülasyonların bilimsel bir nitelik taşımadıkları gösterilecek ve Bilim ve Ütopya dergisinin bilimsel ve mantıksal yanılgıları ele alınacaktır. MATERYALİSTLERİN, "BİLİNCİN MADDEYE İNDİRGENEBİLECEĞİ" İDDİASI BÜYÜK BİR YANILGIDIR Bilim ve Ütopya dergisinin yayın yönetmeni Ender Helvacıoğlu'nun, derginin söz konusu sayısında, "Aklın Doğasının Keşfi" başlıklı bir yazısı yayınlandı. Ender Helvacıoğlu yazısında özetle şöyle diyordu: Materyalist filozoflar, öteden beri, idealistlere ve dincilere karşı, "akıl", "düşünce", "bilinç", "zihin" gibi olguların beynin faaliyetinin ürünleri olduğunu öngörmüşlerdi. Ama ne de olsa bu bir felsefeydi...Sayın Helvacıoğlu sözlerinde bu materyalist felsefenin artık bilimsel olarak kanıtlandığını ileri sürüyor ve "Artık biliyoruz ki, "akıl" dediğimiz şey beynin varoluş tarzından başka birşey değildir." iddiasında bulunuyordu. Helvacıoğlu bu "hayalindeki keşif"ten dolayı "çocuklar gibi şen olduğunu" da sözlerine ekliyordu. Ne var ki, bu iddiada yer alan materyalist yanılgıları destekleyecek hiçbir bilimsel delil bulunmamaktadır. Materyalistlerin, bilinç ve akıl ile ilgili iddiaları bilimsel desteği olmayan bir felsefeden ibarettir. Derginin, Haziran sayısının neredeyse yarısını ayırdığı beyin konusunda yayınladığı yazılar ise, bazı materyalistlerin hayal ürünlerinden, konu üzerindeki spekülasyonlarından başka birşey değildir. Materyalistlere göre, insanın sahip olduğu tüm duygular, sevinçler, üzüntüler, heyecanlar, beynin içindeki nöronlar (sinir hücreleri) ve bunlar arasındaki kimyasal reaksiyonlardan ibarettir. Bir başka materyalist Francis Crick, bu materyalist iddiayı şöyle özetler: Sevinçleriniz, üzüntüleriniz, hatıralarınız ve tutkularınız, kişiliğinizle ilgili hisleriniz ve iradeniz, aslında çok sayıda sinir hücresinin ve onlara bağlı moleküllerin birarada gerçekleştirdiği hareketlerden başka birşey değildir.120Oysa bu, ne bilimsel ne de mantıksal açıdan savunulabilecek bir iddia değildir. Materyalistlerin insan ruhuna ait özelliklere böyle bir açıklama getirmelerini zorunlu kılan, onların maddeci ön yargılarıdır. Maddenin ötesinde bir varlığın mevcut olduğu gerçeğini kabul etmemek için, akıl ve mantıkla bağdaşmayan iddialara boyun eğmektedirler. Bilim yazarı John Horgan, söz konusu materyalist düşünceye (indirgemecilik) bağlı olmasına karşın Francis Crick'in iddiasının kabul edilemez olduğunu da şöyle itiraf eder: Bir bakıma Crick haklı. Biz nöron paketinden başka birşey değiliz. Aynı zamanda, ne tuhaftır ki nörolojinin yetersiz olduğu anlaşıldı. Aklı nöronlarla açıklamak, aklı kuark ve elektronlarla açıklamaktan daha fazla bir kavrayış ve fayda getirmedi. Birçok alternatif indirgemecilik (reductionism) var. "Biz özel gen paketinden başka birşey değiliz". "Biz doğal seleksiyonla şekillenen adaptasyonlardan başka birşey değiliz". "Biz farklı konular için ayrılmış bilgisayar makinalarından başka birşey değiliz". Crick'in iddiasına benzeyen bu duyuruların hepsi savunulabilir, ancak hepsi yetersizdir.121
Huxley'den günümüze, insan bilincinin nöronlarla açıklanamaz olduğu gerçeği değişmemiştir. Ancak bunun nedeni, bilim adamlarının yetersiz buluşlar yapmaları değildir. Aksine, nöroloji konusunda 20. yüzyılın özellikle sonlarında çok büyük buluşlar ve atılımlar gerçekleşmiştir. Ancak bunlar, insan bilincinin asla maddeye indirgenemeyeceğini, maddenin ötesinde bir gerçeğin aranması gerektiğini ortaya koyan çalışmalardır. Nitekim, Bilim ve Ütopya'nın kendi yazarlarından Dr. Tuğrul Atasoy, bu gerçeği yine Bilim ve Ütopya dergisinin Ağustos 1999 tarihli sayısında itiraf etmiştir: Bilincin tam bir tanımını bugün için yapamıyoruz. Onu ancak bileşkenlerini tanımlamak yoluyla tanımlamaya çalışıyoruz. Yine de biliyoruz ki bilinç her zaman bileşenlerinin toplamından fazlasıdır...Almanya'nın önde gelen Darwinist ve materyalist yazarlarından biri olan Hoimar Von Ditfurth ise, kabul ettikleri yöntem ile bilincin açıklanamayacağını şöyle itiraf eder: İzlediğimiz doğa tarihi ve genetik gelişme yolu üzerinde, bilincin, ruhun, zekanın ve duygunun ne olduklarına ilişkin bir yanıt veremeyeceğimiz gün gibi aşikardır. Çünkü psişik-bilinçsel boyut, en azından bu dünyada, şu anda, evrimin gelip gelebildiği en üst boyuttur. Dolayısıyla da evrimin öteki aşama ve basamaklarına, gene bilincimiz yardımıyla, dıştan, onların üstüne yükselerek bakabildiğimiz halde, bilincin (ruhun) kendisine böyle bir yaklaşım yapabilme olanağından yoksunuz. Çünkü elimizde bilincin kendisinden daha gelişmiş bir üst merci bulunmamaktadır.123Amerikalı felsefe ve matematik doktoru William A. Dembski, Converting Matter into Mind (Maddeyi Zihne Çevirmek) adlı bir makalesinde, insan beynindeki nöronların biyokimyasal işleyişinin anlaşıldığını ve bunun hangi zihinsel faaliyetlerle ilgili olduğunun tespit edildiğini, ama karar vermek, istemek, akıl yürütmek gibi özelliklerin "maddeye indirgenemediğini" ve bilinci araştıran uzmanların bu indirgemeciliğin hatasını gördüğünü şöyle yazar: Felsefecilerin genel olarak "planlamalı yaklaşımlar" (propositional attitude) adını verdikleri amaçlar ve istekler boyutuna gelindiğinde, bilinç bilimcilerinin bu olguyu nörolojik düzeyde anlamak ümidinden zaten vazgeçmiş oldukları görülür... Materyalizme olan bağlılık sürse de, insan aklını nöron düzeyinde açıklama ümidi artık ciddi bir düşünce değildir...124Bilincin maddeci dünya görüşü ile açıklanması, bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin mümkün değildir, çünkü beyin hakında ne kadar detay ortaya çıkarsa, zihnin maddeye indirgenemeyeceği de o kadar ortaya çıkmaktadır. Materyalistler, insan bilincini gerçekten kavramak istiyorlarsa, önyargılarını ve saplantılarını bırakarak düşünmeli ve araştırmalıdırlar. Nitekim Dr. Atasoy aynı yazısında bunu yine şöyle itiraf etmiştir: Pekala tüm bunlardan sonra bilinç nedir? Yazının başında da belirttiğimiz gibi, tam ve doğru bir yanıta henüz ulaşabilmiş değiliz. Bu tanımın yapılabilmesi ya da hiç olmaz ise onu daha iyi anlayabilmemiz için, bugün için kabul edilen paradigmaların değişmesi ile oluşacak olan bilimsel devrimlere ihtiyacımız var gibi gözükmektedir.Kuşkusuz bilincin ne olduğunu anlayabilmek için gereken bu bilimsel devrim, materyalist dogmanın tamamen terk edilmesi ve materyalist bilim adamlarının bu dogmanın kalıplarına sıkışmadan özgürce düşünebilmesidir. Çünkü bilincin gerçek manasını madde ile açıklamak mümkün değildir. Bilinç, insanın ruhuna ait bir özelliktir. MATERYALİSTLERE SORULAR İnsanların düşüncelerinin, muhakeme, yargı yeteneklerinin, karar alma mekanizmalarının, sevinçlerinin, heyecanlarının, hayal kırıklıklarının beyinlerindeki nöronların birbirleriyle etkileşimi olduğunu öne sürmek son derece mantıksız bir iddiadır. Konuyu biraz kapsamlı düşünen materyalistler de bunun farkındadırlar. Ünlü materyalist Karl Lashley, insan bilincinin maddeye indirgenebileceğini uzun yıllar savunmasına rağmen, kariyerinin sonlarına doğru şu yorumu yapmıştır: Zihin-beden ilişkisi ister gerçek bir metafizik konu veya ister sistematik bir aldanış olarak ele alınsın, bu konu psikologlar ve insan sorunuyla ilgilenen nörologlar için bir sorun olmaya devam etmektedir... Nasıl olur da beyin, bir fiziko-kimsayal sistem olarak, birşeyi algılayabilir veya bilebilir; ya da bunu yaptığına dair bir aldanış geliştirebilir?125 Aşağıdaki sorular, maddeci yaklaşımın çıkmazını gözler önüne sermek açısından önemlidir: Materyalist bir bilim adamı madem kendisine ait olduğunu sandığı düşüncelerinin, nöronlarının bir etkileşimi olduğunu kabul ediyor, öyle ise onun düşünceleri neden önemli olsun? Bu düşünceler nihayetinde –kendi iddiasına göre- proteinlerden oluşan sinir hücrelerinin bir ürünü değil midir? Düşüncelerin, heyecan ve duyguların nöronların bir ürünü olduğunu söylemek, tüm bunların aslında nöronları meydana getiren şuursuz atomların, hatta kuarkların, elektronların ürünü olduğunu iddia etmek ile aynı değil midir? Şuursuz atomlar, sevinmeyi, acıyı, heyecanı, müzikten zevk almayı, lezzeti, dostluğu, sohbet zevkini bilebilirler mi? Şuursuz atomlar Darwinist ve materyalist olup, biraraya gelip Bilim ve Ütopya dergisini çıkartabilirler mi? Şuursuz atomlar, elektron mikroskobunun altında kendilerini veya kendilerinin biraraya gelip oluşturduğu sinir hücrelerini inceleyip, bu incelemelerinden bilimsel sonuçlar çıkartabilirler mi? Madem tüm fikirler şuursuz atomların bir ürünü, öyle ise materyalist bilim adamları Karl Marx'a, Friedrich Engels'e ya da Charles Darwin'e değil, onların nöronlarına ya da nöronlarını meydana getiren atomlarına mı hayrandırlar? Söz konusu bilim adamları tüm hayatlarını, Marx'ın ve Darwin'in nöronlarının peşinden koşmaya mı adamışlardır? Bir insanın, kendi iddialarına göre nöronların ürettiği fikirlere bu kadar körü körüne bağlanmasını nasıl açıklayabilirler? Materyalistler, bu sorular üzerinde samimi olarak düşündüğünde kendilerinin de, diğer tüm insanların da nöron yumağından veya atom yığınından çok daha farklı varlıklar olduğunu kavrayacaklardır. İnsan, Allah'ın kendisine verdiği ruha sahip, bu ruh ile düşünebilen, sevinebilen, heyecanlanabilen, fikirler üreten, onur, saygı, sevgi, dostluk, vefa, samimiyet, dürüstlük gibi kavramları bilen bir varlıktır. Nöronlar düşünemezler, karar veremezler, sevgi şefkat hislerini bilemezler. Bunu, tüm materyalistler de tek başlarına kaldıklarında, samimi olarak düşündüklerinde bilmekte ve kabul etmektedirler. Ancak maddeci ön yargılarını, bilimselliğin ve aklın gereği sanma yanılgısında oldukları için, bu gerçeği kabullenmemektedirler. Oysa, materyalizmi savunmak uğruna içine düştükleri durum ve kabul ettikleri akıl dışı mantıklar, onların saygınlıklarına çok daha büyük bir zarar vermektedir. "Düşüncelerimiz atomlarımızın, sadece nöronlarımızın ürünüdür" diyen bir insanın, düşlerini gerçek zanneden veya akıl almaz masallar uydurup sonra bunlara kendisi inanan bir insandan hiçbir farkı yoktur. MATERYALİSTLERİN BİR TÜRLÜ KAVRAYAMADIKLARI GERÇEK: BİLİM İLE DİN UYUM İÇİNDEDİR Özellikle 19. yüzyıldan bu yana materyalistler, insanları kendilerince dinden uzaklaştırmak için, dinin bilimle çeliştiği yalanına sık sık başvurmuşlardır. Söz konusu yazıda da aynı yönteme başvurulmuş ve şöyle denmiştir: Dinsel düşünüşe göre ise, bilinmeyenler her zaman "Tanrı'nın toprakları" olmuştur. Bilim ise Tanrı'nın topraklarını fethede fethede yoluna devam etmiştir ve ediyor.Bu cümledeki en önemli yanılgılarından biri şudur: Hak dine göre sadece bilinmeyenler değil, bilinen ve bilinmeyen, yerin, göğün ve ikisinin arasında bulunan, evrenin her köşesinde var olan herşey, her varlık, her olay Allah'ın hakimiyetinde, Allah'ın ilminin ve bilgisinin dahilinde, sonsuz kudretinin altındadır. Buna söz konusu yazıyı yazan kişinin kendisi de, peşinden koştuğu 19. yüzyıl felsefecileri de ve Allah'ın karşısında olduğunu zannettiği bilim de dahildir. Yazıda yer alan ikinci yanılgı ise şudur: bir bilinmeyenin bilim tarafından bilinir hale getirilmesi onu dine karşı bir duruma getirmez.Bugüne kadar bilimin hiçbir buluşu dinle çelişmemiştir. (Dinden kastımız, Allah'ın son vahyi olan ve hiçbir bozulmaya uğramamış olan Kuran ile bildirilen İslam dinidir). Darwinist-materyalistler de bugüne kadar bu iddialarına hiçbir delil getirememişlerdir çünkü böyle bir delil yoktur. Aksine Big Bang'den insan genomu projesi sonuçlarına, evrenin genişlemesinden paleontolojik bulgulara kadar bilimin birçok alanında yapılan buluşlar, Kuran ayetleri ile tamamen mutabıktır. Bu, maddeci görüşe sahip olmayan, özgür düşünen bir insan için son derece anlaşılır ve açık bir gerçektir. Çünkü bilim, Allah'ın yarattığı varlık, sistem ve kanunları inceleyen, araştıran bir olgudur. Allah'ın yarattıklarını inceleyen birinin, Allah'ın yarattığı dine muhalif birşey bulamayacağı açıktır. Materyalistler ise, yaratılışın delillerinden biri olan "tasarım" mantığını bir türlü anlayamamakta veya anlamaya yanaşmamaktadırlar. Canlılar veya doğa incelendikçe, bunların işleyişi keşfedildikçe, elde edilen sonuçların yaratılışa aykırı olacağını sanmaktadırlar. Oysa kompleks bir sistem ne kadar iyi tanınırsa, onun sahip olduğu kusursuz yaratılış ve bu yaratılışın sahibinin kudreti de o kadar iyi anlaşılır. Dolayısıyla, doğanın ve canlıların işleyişinin keşfedilmesi de yaratılışın yeni delillerini gözler önüne sermekte, Allah'ın yaratışındaki mükemmelliği bir kez daha göstermektedir. Eğer doğanın ve canlıların nasıl işlediğini bilmemekten, yani cehaletten kaynaklanan bir görüş varsa, bu, asıl olarak, Darwinist-materyalist felsefedir. Darwinizm, 19. yüzyılda canlıların kompleks yapısı bilinmediği için hayatı rastlantılarla açıklama iddiasını makul gösterebilmiştir. Oysa hayatın detayları, özellikle de hücre içindeki kompleks yaratılış keşfedildiğinde, Darwinizm'in rastlantı iddiası çaresiz kalmıştır. Amerikalı biyokimya profesörü Michael J, Behe'nin ifadesiyle, Darwin zamanında içeriği bilinmeyen bir "kara kutu" olan canlı hücresinin açılması, "tasarım"ı ispatlamış ve "tesadüf" iddiasını yıkmıştır.126 BEYNİN EVRİM İDDİASI BÜYÜK BİR YANILGIDIR Bilim ve Ütopya dergisinin söz konusu sayısında, farklı yazarların kitaplarından alıntılar yapılarak, beynin sözde evrimine yer verilmiştir. Bu yazılar genelde birbirinin tekrarı olduğu için, yazılarda yer alan yanılgılara genel olarak yer verilecektir. Dergide yer alan yazılarda, beynin sözde evrimi ile ilgili farklı kişilerin farklı speküasyonları, felsefi argümanları ve hayali senaryoları yer almaktadır. Hiçbir bilimsel delille desteklenmeyen bu iddiaların ortak noktası, insan beyninin ve bilincinin, canlıların tüm diğer organları gibi, daha ilkel bir organdan tesadüfler sonucunda gelişerek oluştuğu iddiasıdır. Evrimciler, insan beyninin, yassı solucanların başlarında bulunan ganglia (sinir düğümleri) gruplarının evrimleşmesi ile meydana geldiğini öne sürerler. Evrimcilerin hayali "beyin evriminin ağacı" gangliadan başlar ve insan beynine kadar giderek büyüyen canlı türlerinin beyinlerinin sıralanması ile devam eder. Evrimcilerin bu iddiaları birçok açıdan bilimsel temelden yoksun ve hayalidir. Herşeyden önce, evrimciler, ilkel veya basit gördükleri yassı solucanlardaki ganglianın, hatta bu gangliayı oluşturan sinir hücreleri kümeleri içinde yer alan tek bir sinir hücresinin dahi tesadüfen nasıl oluştuğunu açıklayamamaktadır. Durum böyle iken, 100 milyar sinir hücresinden oluşan insan beyninin tesadüfen oluşumunu, bu hücreler arasındaki olağanüstü kompleks bağlantıların organizasyonunu nasıl açıklayabileceklerdir? Dahası, iddia edilen bu "ilkel beyin"den mutasyonlar sonucunda nasıl olup da tesadüfen daha kompleks beyinlerin oluşabileceği, rastgele mutasyonların nasıl olup da bir canlının beynini daha gelişmiş hale getirebileceği sorusu yine cevapsızdır. Dünya üzerinde böyle bir mutasyon hiçbir zaman gözlemlenmediği gibi, teorik olarak nasıl gerçekleşmiş olabileceği dahi gösterilememektedir. İNSAN BEYNİ "İNDİRGENEMEZ KOMPLEKS" BİR ORGANDIR 20. yüzyılın en önemli gelişmelerinden biri insan beyninin son derece kompleks bir yapıya ve organizasyona sahip olduğunun anlaşılmasıdır. Beynin bu kompleks yapısı ise, evrimcilerin, beynin kademe kademe, tesadüfen gelişen olaylarla, maddenin kendi kendini organize etmesiyle oluştuğu iddialarının ne kadar geçersiz ve imkansız olduğunu ortaya koymuştur. Beynin en önemli özelliklerinden biri, sayıları 100 milyarı bulan sinir hücresine sahip olmasıdır. Evrim teorisi, daha önce de belirtildiği gibi bu 100 milyar hücreden yalnızca bir tanesinin dahi tesadüf, fizik kanunları ve zaman kombinasyonu ile nasıl oluştuğunu açıklayamazken, bu hücrenin nasıl tesadüfen çoğaldığını, bunların nasıl tesadüfler sonucu kendi aralarında organize olup, yaklaşık 100 milyar sinir hücresinden ve bunların arasındaki trilyarlarca bağlantıdan oluşan ve dünyanın en kompleks yapılarından biri olan beyin ve sinir sistemini oluşturduğunu da açıklamak durumundadır..
Beyindeki nöronlar (sinir hücreleri), aralarında "sinaps" denilen bağlantı noktaları sayesinde iletişim kurarlar. Her bir nöronda 10 bin sinaps bulunmaktadır. Bu, bir nöron aynı anda 10 bin farklı nöronla iletişim kurabilir demektir. Burada küçük bir kıyas yapalım. Dünyada, mevcut telefon santralleri sayesinde, insanlar arasında aynı anda yüz milyonlarca telefon görüşmesi yapılabilir. Buna karşın tek bir insan beyninin içindeki sinapsların sayısının 1 katrilyon olduğu tahmin edilmektedir. (Bu 1.000.000.000.000.000 haberleşme demektir.)127 Günümüz teknolojisinin ürünü olan aletlerle karşılaştırıldığında da beyindeki sistemin tartışılmaz bir üstünlüğünün olduğu görülecektir. Örneğin bilgisayarların beynini çip denilen kompleks yapılar oluşturur. Bu çip denilen yapıların içinde transistör denilen ve sinir hücresine denk gelen yapılar bulunur. Her bir transistörün 3 girişi, 3 çıkışı yani toplam 6 bağlantısı varken, beyindeki sinir hücrelerinin her birinin 10.000 adet bağlantısı vardır. İnsanın gün içinde gerçekleştirdiği faaliyetleri düşünecek olursak, hiç duraksama olmadan hepsini aynı anda yapabilmesinin sebebi işte bu bağlantılardaki kusursuzluktur. İnsan beyninin sahip olduğu kapasite de günümüz teknolojisi ile karşılaştırıldığında, büyük bir üstünlüğe sahip olduğu görülmektedir. Örneğin dünyanın en hızlı işlem yapan bilgisayarları ortalama, olarak saniyede 109 işlem yapabilmektedir. Beynin hızı ise aynı işlem için 1015'tir. (saniyede 10.000.000.000.000.000 hızında) Dahası bilgisayar hafızasının kapasitesi 1011 bit'ken beyninki 1014'tür. Aradaki bu fark beynin kapasitesinin, 1000 adet bilgisayarın toplam kapasitesi kadar olduğunu göstermektedir.128 Evrim teorisinin geçersizliğini ortaya koyan çalışmaları ile tanınan moleküler biyolog Prof. Michael Denton, en iyi mühendislerin, en komplike teknikleri kullansalar dahi beyne biraz benzeyen bir objeyi biraraya getirebilmelerinin "sonsuz zaman alacağını" söyleyerek, insan beynindeki bu üstün yaratılışın varlığını belirtmektedir.129 Konu hakkında fazla bilgisi olmayan bir insanın karşısına evrimcilerin "hayali beynin evrimi şeması"nı koyduğunuzda, bu insan fazla da düşünmüyorsa, bu şema onu kandırabilir. Birkaç sinir hücresinin zaman içinde, daha kompleks bir sinir hücresi yumağı haline, sonra da küçük bir beyine ve en sonunda daha da büyüyen bir beyine doğru dönüştüğünü ve bu sırayla giden bir şema ile beynin yavaş yavaş evrimleştiğine inanabilir. Ancak beynin yapısı hakkında çok az bir bilgi sahibi olan ve Darwinist-materyalist dogmalardan bağımsız düşünebilen bir insan, bu hayali şemanın anlamsızlığını derhal anlayacaktır. Çünkü, yukarıda çok kısa olarak değinilen beynin özellikleri, beynin, "tesadüf" kavramını anlamsız kılan, son derece olağanüstü bir yapıya sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Tesadüflerin, hayranlık uyandıracak bir iletişim ağı kuracak şekilde sinir hücrelerini organize etmeleri kesinlikle imkansızdır. Bu, 20. yüzyılın en büyük gelişmelerinden biri olan internet teknolojisinden çok daha kompleks ve harika bir sistemdir. Peki nasıl olur da, internet teknolojisinin veya en basit bir telefon santralinin dahi tesadüfen oluşamayacağını, bunun mühendislik, tasarım, bilgi, bilinç, akıl ve teknoloji gerektirdiğini bilen insanlar, beyindeki çok daha olağanüstü sistemin tesadüfen oluştuğunu iddia edebilmektedirler? Evrimciler bu sorunun cevabını veremediklerine göre, farklı canlı türlerinin beyinlerini küçükten büyüğe doğru dizmelerinin, bilimsel ve mantıksal açıdan hiçbir geçerli yönü kalmamaktadır. FOSİL KAYITLARI, "BEYNİN EVRİMİ" İDDİASINI YALANLIYOR Evrim teorisine göre türler, tesadüfen gelişen küçük ve aşamalı değişimlerle birbirlerinden evrimleşirler. Evrimcilerin bu iddialarına göre, fosil kayıtlarına bakıldığında, canlı türlerinin yer katmanlarında belli bir sıralamada bulunmaları ve bu sıralamada canlı türlerinin bir öncekinden çok küçük değişiklikler içermeleri gerekir. Yani, örneğin bir üst yer katmanında ortaya çıkan bir tür, bir önceki katmanda bulunan bir türden çok az bir değişikliğe sahip olmalıdır. Ancak, evrimcilerin bu önermeleri, hiçbir konuda fosil kayıtları tarafından desteklenmemektedir. Bu durum beynin evrimi iddiası için de geçerlidir. Fosil kayıtları incelendiğinde, farklı canlı türlerine ait beyinlerin, evrimcilerin iddia ettikleri gibi küçük değişikliklerle birbirini izlediği görülmemektedir. Özellikle memelilere ait beyinler, bir önce var olan türlere ait beyinlerden çok daha farklı ve kompleks yapılarıyla fosil kayıtlarında "aniden" belirmektedir.
"Beynin tarihi, değişim patlamalarıyla kesintiye uğrayan uzun durgunluk dönemlerinden oluşur".Beynin gelişiminde ani bir "sıçrama" olması, klasik evrimci senaryo ile bağdaşmamaktadır. Çünkü evrimci senaryoya göre, tesadüfler bir organı veya bir yapıyı çok küçük kademelerle değiştirmelidirler. Bazı evrimciler ise, fosil kayıtlarında, sadece beynin ortaya çıkışı konusunda değil, tüm canlı türlerinin ortaya çıkışı konusunda istisnasız olarak "aniden belirme" görüldüğü için, "büyük sıçramaları" kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak bu da bir mucize beklemek demektir. Çünkü, sadece görmelerini veya duymalarını sağlayan bir beyne sahip canlılar varken, bir anda ortaya çıkan canlıların beynin cerebral cortex bölümüne sahip oldukları görülmektedir. Beynin bu bölümü ise hafıza, birleştirme, neden arama gibi yüksek zihinsel fonksiyonların gerçekleştiği bir bölümdür. Böyle kompleks bir yapının aniden meydana gelmesi ancak mucize ile açıklanabilir ki, bu da tesadüf değil bilinçli bir yaratılıştır. Sonuç olarak, beyin tesadüfler sonucunda oluşamayacak kadar kompleks bir sisteme sahiptir ve fosil kayıtlarında da canlılardaki kompleks beyin yapılarının aniden ortaya çıktığı, yani yaratıldığı görülmektedir. Nitekim, önde gelen evrimci bilim adamlarından biri olan antropolog Richard Leakey, kendisine böylesine kompleks bir organın, sözde ilkel insanda neden ve nasıl oluştuğu sorulduğunda, yanıtı "en ufak bir fikrim yok" olmuştur.130 Bu açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Bilim ve Ütopya dergisinde beynin sözde evrimi ile ilgili anlatılanlar, materyalist-Darwinist dogma adına uydurulmuş masallardan başka bir şey değildir. BEYNİN HAYALİ EVRİMİ İLE İLGİLİ FARKLI SENARYOLAR Evrimcilerin, beynin evrimi hakkındaki hayali senaryolarından birinin konusunu da, "beynin evriminin itici gücü neydi?" sorusu oluşturur. Her evrimci, kendi uğraşı veya ilgi alanı içinde bu soruya farklı cevaplar verir. Bilim ve Ütopya dergisinde de bu spekülatif tartışmaya önemli bir yer ayrılmıştır.
Marksizm'in fikir babalarından Engels ise, "emek sonucunda iki ayaklı olan canlının beynini de geliştirdiğini" öne sürmüştür. Dergide kitaplarından alıntı yapılan Steven Mithen gibi evrimciler de insanın önce iki ayaklı olduğunu, bunun ellerini özgürleştirdiğini ve bunun sonucunda beyninin geliştiğini öne sürmektedirler. İngiliz antropolog G. E. Smith ise "İnsanı maymunluktan çıkarıp insan yapan, dik durmaya başlaması ya da eklemli dil bulması değil, beyninin aşamalı olarak olgunlaşması ve zihinsel yapısının yavaş yavaş oluşmasıdır; dik duruşa geçiş ve konuşmanın gelişmesi rastlantısal olgulardır." der.132 Bir başka grup evrimci ise önce beynin geliştiğini, beyin geliştikten sonra dik duruşun geliştiğini öne sürer. Bu konudaki spekülasyon örneklerini çoğaltmak mümkündür. Ancak bunların hiçbiri bilimsel bir delile dayanmamaktadır. Nitekim Stephen Jay Gould da bunu şöyle itiraf etmektedir: Peki Oken ve Haeckel'in karşı çıkmasına karşın, beynin önceliği fikri niçin böylesine güçlü bir şekilde yerleşmiştir? Kesin olan bunun kanıtlarla hiçbir ilişkisinin olmadığıdır, çünkü iki görüşten herhangi birini destekleyecek hiçbir dolaysız kanıt yoktur... Ancak hiçbir kanıta dayanmayan tartışmalar bilim tarihinin en aydınlatıcı tartışmaları arasındadır, çünkü olgusal kısıtlamaların yokluğunda, düşünceyi bütün olarak etkileyen (ve bilim adamlarının durmadan inkar ettiği) kültürel yargılar apaçık ortaya çıkar.133
BEYNİ KAZI ALANINA BENZETEN MACLEAN'IN İDDİASININ GEÇERSİZLİĞİ
MacLean'e göre, beynin farklı fonksiyonlara sahip üç bölümü, yeni memeli beyni, eski memeli beyni (limbik sistem) ve sürüngen beyni olarak tanımlanmalıdır. Beyni bir kazı alanı olarak tanımlayan MacLean'in bu varsayımı, herhangi bir bilimsel kanıta dayanmayan bir spekülasyondan başka birşey değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi, kanıt olmadığında, herkes kendi kültürü, bakış açısı, felsefesi veya ilgisi yönünde teori üretebilmekte ve sonra da bunları "bilimsel" tezler gibi sunmakta sakınca görmemektedir. Tekrar belirtmek gerekir ki, MacLean'in bu iddiasının da hiçbir bilimsel ve akılcı temeli yoktur. İnsan beyninin üç temel bölümü olduğu doğrudur. Ancak, bu bölümlerin her birinin evrimin ayrı bir devresini simgelediği iddiası son derece yüzeysel bir yakıştırmadan başka birşey değildir. PROF.ERKSİN GÜLEÇ'İN MAKALESİNDEKİ YANILGILAR
Yazıda en çok yer ayırılan konu ise, endocast kalıp çıkarma tekniğidir. Endocast, kafatası içinin kalıbı demektir ve bu kalıplardan yola çıkarak, o kafatasının sahibinin beyni hakkında bazı yorumlar yapılmaktadır. Ancak bu son derece yetersiz bir tekniktir ve yazıda da, "beyin hakkında bilgi edindikleri tek yöntem olan endocast kalıp çıkarma tekniğinin sorunlarla dolu sağlıksız sonuçlar verdiği " itiraf edilmekte ve şöyle denmektedir: "Endocastları elde edebileceğimiz fosil kafatasları genellikle deforme olmuşlardır ve eksik parçaları vardır. Bu da aynı özelliğe ait çok farklı yorumların yapılmasına neden olur. Endocast yüzeyine bakarak beynin iç organizasyonu genellikle yapılamaz." Bu itiraflar, endocastlara dayanarak yapılabilecek yorumların ne kadar hayali olacağını ortaya koymaktadır. Bir fosil kafatasına bakarak, beyindeki konuşma merkezinin yerini tespit etmek kesinlikle imkasızdır. Konuşmanın gerçekleştiği Broca bölgesi hakkındaki bu belirsizlik de yazıda kabul etmektedir: "Bu bölgenin fonksiyonunun evrimini endocastlara bakarak söylemek gerçekçi olmaz. İnsan beyninde bu sulcusların varlığı ve yeri çok değişkendir. Ayrıca dil fonksiyon alanlarının yeri konusunda da bir tutarsızlık mevcuttur." Dilin evrimi hakkındaki tüm hayali senaryoları değerlendiren yazıda, evrimcilerin dilin evrimi masalına ilham kaynağı olan endocastlar hakkındaki son yorumu ise "Ancak endocastlar bu işin ispatlanması için yeterli değildir." olmuştur. İNSANIN, DENİZ SALYANGOZU İLE BENZER ÖZELLİKLERE SAHİP OLMASI YARATILIŞ İLE ÇELİŞMEZ Canlılar arasındaki benzerlikleri evrim delili gibi sunmak, evrimcilerin sık sık başvurdukları yanıltıcı iddialardan biridir. Oysa, canlı türleri arasındaki bazı genetik, fizyolojik veya anatomik benzerlikler, hiçbir zaman yaratılış (makalede kullanılan "idealist görüş" ifadesi ile yaratılış inancı kastedilmektedir) inancı ile çelişmemektedir. Aksine, bunların hepsi canlıların ortak bir yaratılışın ürünü olduklarının göstergesidir. Aynı dünya üzerinde yaşayan, aynı havayı soluyan, aynı suyla beslenen, aynı moleküler temele (karbon temelli organik moleküllere) sahip olan canlıların ortak bir biyokimyayla yaratılmış olması son derece makuldür. İnsanı diğer canlılardan üstün kılan, ayrı bir yere koyan etken ise, onun hücreleri, atomları, sıvıları değil, sahip olduğu bilinci, yani ruhudur. Bir salyangozun sinir hücreleri, insanın sinir hücreleri ile bazı benzerliklere sahip olabilir, ancak bir salyangoz hiçbir zaman bir bilince, ruha ve akla sahip olamaz. Karar verme, muhakeme etme, sevinme, üzülme, heyecanlanma, dost edinme gibi özellikler ne salyangozlarda ne de başka hayvanlarda görülemez. BİLİMİN ÇOKTAN ÇÖPE ATTIĞI LAMARCKÇI GÖRÜŞLER BİLİM VE ÜTOPYA DERGİSİNİN SATIR ARALARINDA Fransız biyolog Lamarck, canlıların yaşamları sırasında kazandıkları özellikleri bir sonraki nesle aktardıklarını ve böylece evrimleştiklerini öne sürmüştü. Örneğin bu iddiaya göre zürafalar, ceylan benzeri hayvanlardan türemişlerdi. Yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı. Ancak 20. yüzyılın başlarında genetik kanunlarının bulunması ile bu görüşün gerçekte batıl bir inanç olduğu anlaşıldı. Lamarkçı düşünceden etkilenen Darwinizm de bu gelişmeden büyük bir darbe aldı ve evrimciler, yeni bilimsel bulgular ışığında evrim teorisini şekillendirmeye çalıştılar. Ne var ki, bugün hala evrimcilerin çoğu, her ne kadar Lamarkçı görüşü savunmadıklarını öne sürseler de, anlatımlarında Lamarkçı görüşlere yer vermektedirler. Bu görüşlerden biri, evrimci psikolog Harry Jerrison'un ifadelerinde yer almaktadır. Jerrison'ın iddiasına göre; dinozorların hüküm sürdüğü bir dünyada yaşam mücadelesi veren küçük memeliler, büyük beyinlerini, "özel işlevsel gereklilikleri yerine getirmek" için evrimleştirmişlerdir. Yani yaşam koşulları nedeniyle büyük bir beyine ihtiyaç duyan bu canlılar, beyinlerini evrimleştirebilmişlerdir. Bu iddiaya göre, "ihtiyaç duymak", bir organın fiziksel değişimine sebep olabilmiştir! Buna benzer bir başka iddia ise -yukarıda da belirttiğimiz gibi- Engels'e aittir ve hala evrimciler tarafından da desteklenmektedir. Engels'in Lamarkçı senaryosu şöyledir: Bu maymunlar, belki de özellikle yaşayış biçimleri dolayısıyla ağaçlara tırmanırken ellerine ve ayaklarına farklı fonksiyonlar kazandırarak düz yerde yürürken ellerini kullanma alışkanlığını yavaş yavaş bırakmaya, dik biçimde bir yürüyüş kazanmaya başladılar. Böylece maymundan insana geçiş için en önemli adım atılmış oldu.Engels bu makaleyi 1876 yılında kaleme almıştı. Dolayısıyla genetik biliminden habersizdi ve Lamarkçı görüşü benimsemesi, o dönemin bilgisizliği içinde belki mazur görülebilirdi. Ancak, 21. yüzyılda, Lamark'ın hurafesinin çökmesinden ve çevre şartlarının genetiği etkilemediğinin anlaşılmasından 100 sene sonra, Engels'in 1876 yılında öne sürdüğü Lamarkçı görüşleri "günümüzün bilimsel verileriyle doğrulanmıştır" diyerek okuyucuya sunmak, Bilim ve Ütopya dergisinin, "bilimsel skandalı"ndan başka birşey değildir. Acaba günümüzde bilimin hangi alanı, "ağaçlara tırmanan maymunların ellerine ve ayaklarına bazı fonksiyonlar kazandırdıklarını, sonra da kazandıkları bu fonksiyonları bir sonraki kuşağa aktardıkları"nı kanıtlamıştır? 100 yıldır çok iyi bilinmektedir ki, bir canlının duruşu, iki ayaklı veya dört ayaklı oluşu ve bunun gibi özellikleri genetik yapısında yer alan bilgilere bağlıdır. Bir canlı istediği hareketi yapsın, istediği kadar uğraşsın yine de bu tür özelliklerini değiştiremez. Değiştirdiğini varsaysak bile, bu değişiklik genlerinde olmadığı sürece bunu bir sonraki nesle aktaramaz. Lamarkist görüşün 100 yıl önce terk edilmesinin ve bilimin çöplüğüne atılmasının nedeni de budur. Ancak evrimciler hala satır aralarında, canlıların dik durmaya, ellerini özgürleştirmeye veya korunmaya ihtiyaç duyduklarını ve bu ihtiyacın sonucu olarak birtakım özelliklerini değiştirerek evrimleştiklerini iddia ederler. Bu, evrimcilerin, bilime ve bilimsel delillere rağmen, körü körüne, ezbere, düşünmeden, tutucu ve bağnaz bir şekilde evrim savunuculuğu yaptıklarının göstergelerinden sadece bir tanesidir. SONUÇ Bilim ve Ütopya dergisinin Haziran 2001 sayısı, beyin ve bilinç konusunda anlatılan hurafeler, bilim dışı masallar ve spekülatif açıklamalarla doludur. Günümüzde, maddeci yaklaşım hızla terk edilmekte, insanlar materyalist dogmadan bağımsız olarak hür düşünebilmekte ve gerçekleri görebilmektedir. Artık insanların büyük bir bölümü, "bilincin beynin bir salgısı" olduğu gibi materyalist masallara inanmamaktadır. Bilim ve Ütopya dergisi bu gelişmeleri fark etmediği, materyalist ve Darwinist tutuculuğundan vazgeçmediği sürece, çağın gerisinde ve bilim ve akıl dışı görüşlerin içinde boğulmuş olarak kalmaya devam edecektir. vrim teorisini savunmak adına büyük gaflar ve mantıksal çelişkiler sergileyen yazar ve mütercim Veysel Atayman'ın yeni bir makalesi, Evrensel gazetesinin Pazar ekinde (24 Haziran 2001) yayınlandı. "Tarih ve Evrim Üzerine Medyatik Tartışmalar" adlı söz konusu makalede kullanılan üslup, bir kez daha evrim teorisinin, ona inananları akılcı düşünmekten uzaklaştıran bir dogma olduğunu gösteriyordu. Bu yazıda, söz konusu makalesiyi ve aynı dergide yer alan diğer iki evrimci yazıyı ele alacak, bunlardaki bilimsel yanılgıları ve mantıksal tutarsızlıkları göstereceğiz. EVRENSEL YAZARLARININ EVRİMİ "OLGU" OLARAK TANIMLAMALARINDAKİ TUTARSIZLIK
Evrim, çoktan bir olgu. Gen, DNA olguysa, o da olgu. Çünkü evrim demek gen demek bir bakıma. Genin oluşması süreci, evrimin oluşması süreçleri ile örtüşüyor. Aynı iddia, Evrensel gazetesinin "Evrim ve Tartışma" başlıklı giriş yazısında da dile getirilmekte, yazının sahibi, "evrimin tartışılmaz bir olgu" olduğu tezini tekrar etmektedir. Bu cümleleri okuyan ve bilimsel yöntem, bilim felsefesi hakkında bilgi sahibi olan herkes, her iki yazarın da büyük bir çarpıtma yaptığını fark edebilir. Bunu açıklamak için, önce "olgu" ne demektir, buna bakalım. Bilimsel anlamda "olgular", duyularımızla ve araçlarımızla algıladığımız, tespit ettiğimiz somut, maddi gerçeklerdir. Ağacın büyümesi bir olgudur, Güneş'in doğup-batması bir olgudur, DNA da bir olgudur. Çünkü gözümüzü açıp baktığımızda ağaçları ve Güneş'i görürüz, DNA'yı ise gelişmiş mikroskoplarla görebiliriz. Olgular somut olarak ortada oldukları için bir tartışma konusu da olmazlar; örneğin hiç kimse DNA'nın var olup olmadığını tartışmamaktadır.
Dolayısıyla, evrime "olgu" demek, ya bilim kavramları hakkındaki bir bilgisizlikten ya da ucuz bir propagandadan ibaret olabilir. Nitekim "evrim" kavramı bilim literatüründe "teori" olarak tanımlanır. Çünkü evrim, mevcut olguların nasıl ortaya çıktıklarına dair ileri sürülen bir açıklamadır. Bir teorinin bilimsel değerini ölçmek için "kanıt"lara bakılır. Evrim teorisi ile ilgili kanıtlara baktığımızda ise, kanıtların hepsinin gerçekte bu teorinin aleyhinde olduğunu görürüz. Fosil kayıtları, doğa tarihinde bir evrim yaşanmadığını, aksine farklı canlı gruplarının birbirlerinden bağımsız olarak ve aniden ortaya çıktıklarını göstermektedir. Biyokimyasal araştırmalar, canlıların ileri sürülen "evrim mekanizmaları" ile açıklanamayacak kompleks yapılara sahip olduğunu ortaya koymaktadır. "Evrim mekanizması" olarak ileri sürülen mutasyonların herhangi bir canlının genetik bilgisini geliştirdiğine (yani "evrim" sağladığına) dair hiçbir örnek yoktur. Diğer sözde "evrim mekanizması" olan doğal seleksiyonun hiçbir evrimleştirici (yeni canlı türleri oluşturan) etkisi gözlemlenmemiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hayatın Gerçek Kökeni,İstanbul, 2000) Dolayısıyla evrim teorisi, bilimsel kanıtlardan tamamen yoksun bir teoridir. Bu nedenle kimileri evrimi "kanıtlardan yoksun hipotez (varsayım)" olarak tarif eder. Bir başka ifadeyle, evrim, gerçekleştiğine dair hiçbir kanıtı bulunmayan, ama bir kısım insanların felsefi nedenlerle inanmaya devam ettikleri bir varsayımdır. Bu varsayıma o kadar şiddetli inanmaktadırlar ki, bunu bir "dogma" haline getirmişlerdir. EVRENSEL YAZARLARININ KLASİK "TÖTOLOJİ"Sİ Aslında Evrensel yazarlarının burada ele aldığımız mantık bozukluğu, mantıkta "tötoloji" (tautology) olarak bilinen çok klasik bir aldatmaca yöntemidir. Temelinde ise bir iddiayı alıp, evirip-çevirip, sonra tekrar aynı iddiaya delil göstermek yatar. Söz konusu yazıdaki mantık örgüsünü açtığımızda bu gerçek açıkça görülmektedir:
Olgu: DNA vardır. Sonuç: DNA var olduğuna göre, evrim de bir gerçektir. Dikkat edilirse, buradaki varsayım ve sonuç, aslında aynı mantığın ters olarak yeniden ifade edilmesidir. Yani aslında bu sözleri söyleyen kişi, aynı varsayımı tekrar edip durmaktan başka birşey yapmamaktadır. Bu "tötoloji" yöntemiyle, her türlü saçma fikir ve hurafe sanki mantıklı bir dayanağı varmışçasına savunulabilir. Örneğin dünya üzerindeki atların aslında Jüpiter gezegeninden geldiği gibi bir safsataya inanan birisi, şöyle bir "mantık örgüsü" kurabilir: Varsayım: Atlar, dünyaya Jüpiter gezegeninden gelmiştir. Olgu: Atlar vardır. Sonuç: Atlar var olduğuna göre, atların Jüpiter'den geldikleri teorisi de bir gerçektir. İşte bu mantık örgüsü ne kadar çürük ise, Evrensel yazarlarının evrim teorisini savunurken kullandıkları mantık örgüsü de o kadar çürüktür. İşin ilginç yanı, böylesine bir safsatanın, Türkiye'de evrim teorisi lehinde konuşan "en önde gelen" isimlerden biri olmasıdır. EVRİMCİLERİN TERK ETMEK İSTEMEDİKLERİ HURAFE: Evrensel dergisinin yayınladığı Veysel Atayman'ın yazısında evrim teorisi lehinde en ufak bir delilden bahis dahi yoktur. Yazıda "bilimsel" bir görüntü taşıyan tek unsur, 4. sayfanın dörtte birinden fazla yer tutan "embriyolar şeması"dır. Ne şemanın içinde ne de altında herhangi bir açıklayıcı yazı yoktur, ancak bunun klasik bir "Haeckel şeması" olduğu açıktır. Şemada balık, kaplumbağa, tavuk, tavşan, inek ve insan embriyolarına ait çizimler yerleştirilmiş ve bunlar "evrim" imajı verilecek şekilde benzer gösterilmiştir.HAECKEL'IN SAHTE EMBRİYOLARI Oysa bu embriyo çizimleri, daha önceki yazılarda da belirttiğimiz gibi, 100 yıldır bilim dünyasını aldatan birer hurafedir ve bu gerçek artık evrimciler tarafından da kabul edilmektedir. Çizimler, Darwinist Alman biyolog Ernst Haeckel tarafından yapılmıştır. Haeckel'in teorisine göre, her canlı anne karnındaki gelişimi sırasında, atalarının yaşadığı sözde "evrim süreci"ni yeniden yaşamaktadır. Ancak Haeckel'in embriyo çizimlerinde sahte ilaveler veya çıkarmalar yaptığı, oluşturduğu şemanın bilim sahtekarlığından başka birşey olmadığı daha sonradan anlaşılmıştır. Bu gerçek, bilim dünyasının en tanınan süreli yayını sayılan Science dergisinin 5 Eylül 1997 tarihli sayısında, "Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi" başlıklı makalede ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Science dergisinde belirtildiği gibi, gerçekte insan, balık, tavuk, sürüngen gibi canlıların embriyoları birbirine hiç benzememektedir. Aynı gerçek New York Times gazetesinin 8 Nisan 2001 tarihli sayısında, ana sayfadan girilen "Biyoloji Ders Kitaplarındaki Resimler Gerçek Değil, Kurgu" başlıklı haberinde de belirtilmiştir. Kısacası yazıdaki tek "bilimsel" görünümlü unsur, 100 yıl önce ortaya atılmış bir bilim sahtekarlığından başka birşey değildir. GENETİK MÜHENDİSLİĞİ HAKKINDAKİ YANILGISI Sayın Atayman, genetik mühendisliğini evrim teorisi lehinde bir delil zannetmekte ve genler üzerindeki bilinçli insan müdahalelerini yaratılışa aykırı bir gelişme olarak algılamaktadır. Oysa gen mühendisliği, canlıların genetik yapısının ancak bilinçli düzenlemelerle gelişebileceğini ortaya koyan bir göstergedir ve canlılığın bir rastlantı ürünü olduğunu ileri süren evrim teorisiyle taban tabana zıttır. Eğer evrimci bir "gen mühendisliği" olsaydı, bilim adamları canlıları rastgele mutasyonlara uğratarak geliştirmeye çalışırlardı. Oysa bilim adamları bunun imkansız olduğunu, canlılığın ancak kudret sahibi bir Yaratıcının dilemesiyle gelişebileceğini bilmektedirler. Bu ise, genlerin kökeninde rastlantıların değil yaratılışın bulunduğunu gösterir. Atayman'ın yazısının kalan kısmında ise, "evrim aleyhtarı kampanya" hakkındaki hayali komplo teorilerinden, yazar Ahmet Altan'ın son romanına getirdiği eleştirilerden ve televizyonlardaki evrim tartışmalarına katılan bilim adamlarına yönelik alaycı eleştirilerden başka birşey yoktur. HAYVANLARDAKİ BİLİNÇ HAKKINDAKİ YANILGILAR Evrensel gazetesi Pazar ekinde yer alan diğer bir evrimci yazı, "Hayvan Aklı" başlıklı ve Steven Best imzalı makaledir. Bu makalede de evrim teorisi lehinde somut bir delil yoktur. Yazar, hayvanlardaki çeşitli bilinç örneklerinden bahsetmektedir. Ama kendi aktardığı bir uzmanın yorumuna (E. A. Wasserman) göre, "hayvanlarda bilinç olduğuna dair hiçbir iddia, doğrulama ve deneye uygun değildir". Dolayısıyla, yazının içindeki "hayvan bilinci" iddiaları, birer spekülasyondan öteye gitmemektedir. Kaldı ki, havyanların bilinçli olup olmamasının evrim teorisi için bir faydası da yoktur. Hayvanlar bilinçli olsalar da, bu bilincin kökenini evrim mekanizmaları ile açıklamak yine imkansızdır. Nitekim bunu evrimciler de kabul etmektedirler. Örneğin Veysel Atayman'ın Türkçe'ye çevirdiği Dinozorların Sessiz Gecesi adlı kitapta, evrimci yazar Hoimar von Ditfurth, imparator tırtılın gösterdiği akılcı davranışlar karşısında köşeye sıkışmakta, bunun evrim teorisi ile açıklanmasının zorluğunu kabul etmekte, bunun yaratılışla açıklanabileceğini, ama kendisi ve diğer evrimciler açısından bunu kabul etmenin "intihar" anlamına geleceğini itiraf etmektedir. (Bkz.Canlılardaki Fedakarlık ve Akılcı Davranışlar, Harun Yahya, Global Yayıncılık, 1999) Aynı yazıda evrim teorisine delil gösterme niyetiyle öne sürülen tek kayda değer iddia ise, insan ile şempanzenin DNA'sının %98 oranında benzer olduğu şeklindeki klişedir. Oysa gerçekte böyle bir benzerlik tespit edilmiş değildir. Maymun DNA'sının haritası çıkarılmamış olduğu için, herhangi bir benzerlik çıkarmak zaten mümkün değildir. Bir efsane şeklinde dolaşan %98 (kimi zaman da %99) oranı, maymunlarla insan arasındaki sınırlı sayıdaki proteinlerin karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Oysa bu çok yanıltıcı bir bilgidir, çünkü başka proteinler üzerinde yapılan karşılaştırmalar, insanı tavuk, timsah veya domuza bile yakın gösterebilmektedir. Gerçekte, moleküler biyoloji evrim şemalarını desteklememekte, çürütmektedir. (Ayrıntılı bilgi için bkz.http://www.netcevap.org/genetik.html) Evrensel gazetesi Pazar ekinde yer alan son evrimci yazı ise, 15. sayfadaki "İnsanın Ataları" başlıklı kısa yazıdır. Bu yazıda, insanın kökeni hakkındaki klasik evrimci senaryonun özetlenmesinden başka hiçbir bilgi yoktur. Oysa kanıtlanmış bir "olgu" gibi anlatılan senaryo, diğer yazılarımızda ortaya koyduğumuz gibi, delillerden yoksun bir varsayımdan ibarettir. Hayal ürünüdür. Ünlü Naturedergisinin bir numaralı bilim yazarı Henry Gee'nin itiraf ettiği gibi, "ata-torun ilişkilerine dayalı insan evrimi şeması, tamamen gerçeklerin sonrasında yaratılmış bir insan icadıdır ve insanların önyargılarına göre şekillenmiştir."134 SONUÇ Sonuçta, Evrensel gazetesi Pazar ekinde yer alan evrimci yazıların, her zamanki gibi, ön yargılı ve dogmatik yorumlardan, Marksist ideolojinin doğurduğu komplo teorilerinden, son derece "kendinden emin" bir üslupla yazılan, ama biraz dikkatle bakıldığında çelişkileri hemen anlaşılan safsatalardan ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Evrimciler eğer teorilerini kurtarmak için birşeyler yapmak istiyorlarsa, bunu "evrim olgudur, tartışılmaz" gibi klasik itirazlarla yapamazlar. Bilimsel kanıtlara dayanarak, canlılığın kendi teorilerine göre yeryüzünde nasıl ortaya çıktığını açıklamalıdırlar. İlkel dünyada ilk canlı hücre nasıl ortaya çıkmıştır? DNA ve onun üzerindeki bilgiyi okuyan enzimler nasıl meydana gelmiştir? Neden fosil kayıtlarında ara formlardan hiç eser yoktur? Bilinen yaklaşık 100 hayvan filumunun (en temel hayvan gruplarının) tamamına yakını nasıl olup da aynı jeolojik devirde (Kambriyen Devir) ortaya çıkmıştır? Dünyada hiç "genetik bilgi artışı sağlayan mutasyon" gözlemlenmiş midir? Canlılardaki indirgenemez kompleks yapılar evrime göre nasıl açıklanabilir? Evrimciler eğer gerçekten bir şeyler yapmak istiyorlarsa, bunun gibi sorulara cevap vermelidirler. Yoksa Galile'ye karşı "dünyanın dönmediği bir olgudur, tartışılmaz" diyen skolastik rahipler gibi, gerçeklere gözlerini kapayarak kendi kendilerini küçük düşüren dogmatik insanlar olarak tarihe geçeceklerdir. | ||||||||||||||
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)